Yeniden tarihsel bir hesaplaşmanın içine girmişken, devrimci görevlere, geçmişin muazzam yetersizlikleri ve yanılgılarından dersler çıkarmış ve kazanmayı bütün yönleriyle sağlama almış bir tarzda yüklenelim ve bu şansı tam zaferle değerlendirelim!
Türk özel savaşımının Kürdistan üzerine ağırlıklı olarak hakim olmasından beri yürüttüğü politika, günümüzde ciddi bir çıkmazla karşı karşıyadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Yavuz Selim döneminde doğuya ve güneye yayılmada kullandığı, bilinen İdris-i Bitlisi işbirlikçiliği türündeki gelişme önemle kavranmayı gerektiriyor. İyi bilmek gerekir ki, bu işbirlikçilik anlaşılmadan ve buna dayalı olarak geliştirilen savaş ve egemenlik tarzı bütün yönleriyle görülüp değerlendirilmeden, direniş hareketi, yurtseverlik ve bağımsızlık tarzındaki gelişmesini ilerletemez, kurulan tuzaklar ve geliştirilen planlardan kendisini kurtaramaz; ortam ne kadar elverişli olsa da bunu değerlendiremez ve ciddi bir gelişme hamlesini ortaya çıkaramaz. Yaşanan bir çok dönemden iyi biliyoruz ki, aklına bir milim ulusal gelişmeyi getiren olsa, bunun uzun vadeli görüşüne sahip olunsa, yine dar aşiretçi, feodal çıkarlar diyebileceğimiz, hatta kişilik seviyesine indirgeyebileceğimiz çıkar tutumları aşılsa, ciddi bir siyasal oluşuma ve iktidara doğru yürümek işten bile değildir. Ama sözümona baştakiler, her an bağımlı, uydu işbirlikçi kişilikler, gelen işgalci gücün emrine girdiklerinden, yani bir anlamda kraldan daha kralcı bir tavırla kendilerini teslim ettiklerinden ve ona dayanma ihtiyacında olduklarından dolayı, bağımsızlık hareketi ve milli kurtuluş süreçleri bizde fazla gelişme olanağı bulamamıştır.
Yavuz Selim’in “Bir beylerbeyi veya bir nevi sultan gibi muhatabım olacak bir erki ortaya çıkarsınlar” demesi karşısında, Kürt beylerinin “Biz buna gelemeyiz, bize ancak sen gereklisin, ancak sen bizlere iktidar olabilirsin” demeleri, ihanetin ne kadar köklü olduğunu gösterir. O gün bugündür bu süreç değişmedi. Tarihin bütün kritik anlarında iç dağıtıcılık ve iç bölücülük, halkın birliğini ve bağımsızlığını esas almayan, bunun yerine kendi çıkarları uğruna en kutsal değerleri bile parçalamaktan çekinmeyen, gözü aile ve aşiret çıkarlarından başka hiçbir şey görmeyen yaklaşımlar, günümüze doğru geldiğimizde ilişkiyi ve yaşamı felakete götürmüştür. Sırf bir bireyin kendini yaşatması için, iş bir ulusun tükenmesine kadar götürülebilmiştir. 19. yüzyıldaki direnişlerin başına gelen de, bu olumsuz, lanetli, işbirlikçi ve hain tutumun ta kendisidir. Geçmişteki hiçbir isyan ulusal olmayı, birlik ve bağımsızlık temelinde yol almayı düşünmedi. Yani çıkarlar buna engel teşkil etti; düşman da bunu fark edince dar çıkarları sürekli körükledi ve parçaladı; daha sonra kendi iktidarını güçlendirdikçe güçlendirdi. TC kurulduğunda bile en çok kullandığı güç yine bunlar oldu, bunların etkisi altındaki halkımızın direnişçi özellikleri oldu. Sonuçta bundan sadece en çok zarar görmekle kalmayıp, kendini tarihin dışında bir konumda buldu. Bu, öyle olumsuz ve lanetli bir durumdur ki, bunların ortaya çıkardığı sorunların dayanılmaz durumlarından dolayı, bugün başımızı bile kaldıramıyoruz.
Son kırk yıllık ihanet tarihine baktığımızda, özellikle KDP şekillenmesi adı altında ve tabii ağırlıklı olarak Güney Kürdistan’da vücut bulan bu oluşum, tarihi bir kez daha hortlattı. Halkımızın can düşmanlarıyla ilkesiz ilişkiler ve her türlü teslimiyete, özellikle onların her türlü direnişi boğmaya yönelik planlarına uyum göstermede ve bu temelde hareket etmede baş görevi üstlendi, baş rolü oynadı. Bu yıllarda bütün dünya çapında en geri ve ilkel kabileler bile bir siyasal ve ulusal güç, bir devlet olmaya doğru giderken, bunlar daha da böldü, parçaladı, iktidarsızlaştırdı ve güçten düşürdü. Tarihin en eski ve en direngen bir halkını ve en uygun bir coğrafyayı ulusal gelişmeye karşıt bir hale getirdi. Bağımsızlıkçı temelde bir savaşımın gelişmemesi için, en tehlikeli ajan odaklar rolünü oynamaktan kaçınmadı. Maalesef bu kırk yıl, ki İkinci Dünya Savaşı sonrasını ifade ediyor, bu anlamda aleyhimize baş aşağı gitti. Bu süreç, bütün halklar için ulusal bağımsızlık ve birlik biçiminde gelişirken, bizde ise parçalanma, ulusallıktan çıkma, direnişten kesilme ve umudun da artık tamamen yitirildiği, kaybetme yılları haline getirilmek istendi. Eğer PKK oluşumu buna bir cevap teşkil etmeseydi, 1970’lerden itibaren, ki bunların 1975’te son bir teslimiyetleri vardı, tarih bizim için bitmişti. Kim ne derse desin, şimdiki durumlara bakarak, “Hayır, tarih bitmez, aslında hepimiz ayaktaydık, yurtsever güçtük, direniyorduk” demek demagojidir. Ben bunun yalan olduğunu kanıtlayabileceğime ve kanıtladığıma da inanıyorum.
Tarih bitmişti; tarihin artık tam inkarı ve tam bozulması karşısında son bir umut ve yine son bir çabayla, zor bela PKK hareketi diye değerlendirmek istediğimiz çabalarımız gündeme geldi. Bu anlamda 1970’lerden itibaren böyle bir çıkış, sadece bir partisel çıkış değildi; hatta var olan sağlam bir ulusun, onun sosyal yapısının üzerinde iktidara oynayan bir parti de değildi. En başta, hücrelerine kadar dağıtılmış, ulus, hatta sınıf olmaktan, daha da ötesi insan olmaktan çıkarılmış, fiziki olarak insanlara benzeyen ucube bir yapı ve bir kargaşa içinde, bir deliler ortamında adeta ulusallık dersi, sosyallik, sınıfsallık ve insanlık dersi vermeyi esas alan çabalarımız vardı. Bu konuda inanılmaz gibi görüneni inanılır kılan, buna güç getirebilen, artık biraz bilinçli ve planlı, biraz tesadüfi ve fırsatların ortaya çıkardığı durumlara adapte olmayı başaran, daha çok da kendi çabalarım olarak tabir edebileceğim bir yaşam ve mücadele tarzıyla bazı gelişmeleri ısrarla sağlayabilmem ve takip etmem sonucunda, durumu 1980’lere kadar umut kabilinden biraz kurtarmaya doğru götürdüm. Pratiğim öyle sağlam da değildi veya pratikte ‘ilerleyeceğiz ve başaracağız’ diyen, ben de dahil, fazla kişi yoktu. Ama yine de ‘son bir umut veya umudun da hak verdiği bir çekimle, bir adım daha ilerleyebilmeliyiz, madem ki olanak ve fırsat doğdu, bunları değerlendirebilmeliyiz’ dedik. Bu, yurt dışı çalışmalarını veya Ortadoğu kökenli yeni hamlemizi başlatmamız, yepyeni bir dönemi ortaya çıkardı. Kürt gerçeğinde, kördüğümünde ve çözümünde hem çözümleme düzeyinin gelişmesi, pratikleşmenin sağlanması, hem de örgütsel, siyasal ve askeri anlamda çok zor da olsa, en çok da kendi içindeki yetmezlikler ve inkarcılıkları aşarak, en büyük zorluğu burada görerek ilerlemesi, her şeye rağmen bir gelişmeydi. Gerçekten kendi mensuplarının bile bu durumu halen kavramaktan uzak oldukları, örgütsel gerçeği, siyasallaşmayı ve özellikle askerileşmeyi doğru tarzda kavramaktan önemli oranda uzak oldukları açıktır. Hareketin içine alınmışlar, ama nasıl; içinde savaşıyorlar, ama nasıl; yetkili ve sorumlular, ama nasıl? Mücadelemiz, kadrolarının bunun doğru cevabını bir türlü bulamamalarına rağmen, planlamamız ve ayarlamamızla birlikte önemli bir gelişmenin sahibi olabiliyor.
Şüphesiz eskisiyle kıyaslanmayacak bir bilinçlenme durumu yakalanıyor. Bir ulus olma, yine sosyal düzeyi tutturma yönleri; bunun bilinçli ve örgütlü ifadesi, bunun siyasal güçle, hatta askeri düzenle geliştirilmesi ve korunması yönleri de sürekli gelişiyor. Bunun hikayesi ayrıdır ve anlatılmaya çalışılıyor. Nasıl oldu, nereye kadar geldi, daha nereye kadar gitmesi gerekir, bunlar değerlendiriliyor. Gelinen nokta çok önemli. Artık 1970’lerdeki bitişe sadece bir umutla karşılık vermemiz söz konusu değil. Yine 1980’lerdeki 12 Eylül faşizminin imhasına, faşizmin karanlığının bizi yutma girişimlerine bir cevap vermekle yetinmiyoruz. 1990’lara doğru geldiğimizde artık kazanabiliriz, ayaklanabiliriz, ordulaşabilir ve savaşabiliriz diyoruz. İnanç, umut ve pratik güç olmayı ve bununla yetinmeyi de bir tarafa bırakıyor; bunlar biraz tarih oldu veya kazanılmış gerçekler olarak düşünülebilir diyoruz. 1990’ların ortalarında seyrederken, Kürdistan gerçekliğinde durumlar aslında hem biraz daha farklılaşıyor, hem de kurtuluş olanağı sergiliyor.
Bunların iç ve dış nedenlerine fazla değinmeyeceğiz. Şunu açıklıkla belirtmeliyiz ki; Kürdistan gerçeğinin boğuntuya getirilip tasfiye edilmesinde dış gerçekler ve dinamikler, işgal ve istilalar her zaman belirleyici olmuştur. Dış etkenlerin etkisi altında bu kadar tanınmaz hale gelen bir gerçekliğin, dış etkenlerdeki bir olumlulukla gelişim olanağı kazanmasını da yadırgamamak gerekir. Veya dış etkenleri değerlendirmede bunu bir tesadüf olarak ele almak, ‘ne fazla değerlendirmeye, ne de bel bağlanmaya gelir’ demek veya ‘bu bir taktiktir, kullanırız, biraz onunla yaşarız’ türünden yaklaşımlara girmek son derece tehlikeli ve yetersizdir. Kesin olarak daha da kötüye götürür. Dış etkenlerin bir süreci olumlu veya olumsuz yönde geliştirmedeki etkisini çok iyi hesaplamak gerekiyor. Bizde taktikte, pratik politikada başarılı olunamayışın bir nedeni de, bu yönlü değerlendirme gücünde olmamaktır. Önderlik dediğimiz kişi veya hareket, dış etkinin ya çok ağır etkisi altında bulunmakta, onun işbirlikçisi olmaktan çıkamamakta ve onu bir kader gibi değerlendirmekte veya bir tesadüf gibi ele almakta ya da onu ani bir isyanla, ani bir kullanma tarzıyla değerlendirmektedir. Bu da, daha değişik ve son tahlilde işbirlikçiliğe götürmekten alıkoymayan bir yaklaşım tarzıdır. Bu bizde hayli etkilidir.
PKK olayında militan tarz bunu henüz tam yıkamamıştır. Aslında çoğunun ruhsal veya inançsal durumu tam bağımsızlıktır, öyle istiyor, öyle yaşadığını sanıyor. Ama bunun derin bilinci, öngörüsü ve özümsenmesi çok sınırlıdır, pratiğe dökemiyor. Pratiğini, özgüce dayanma pratiğini ortaya çıkarma yok ve bunu, başarıya götürme gücüne dönüştüremiyor. Lafta kalıyor, inançta kalıyor, ideolojik düzeyde kalıyor, dogmatik kalıyor, kısaca pratik olamıyor. Ya da çok dar bir pratiğin içinde boğulup gidiyor, isyana dalıyor. Bununla özgücü geliştirmede ve sürekli kılmada başarılı olamıyor. Bu yaklaşımın sonucunda ya imha oluyor ya da soluk getiremiyor. Uzun vadeli oldu mu soluksuz kalıyor ve tabii bu da, sağa savrulmaya götürüyor.
PKK’de çok ağır biçimde yaşanan bu durumlara, başarıyla karşı koymaya çalıştık. Uzun vadeli olmamaya, dış güçlere bel bağlamaya, yine dış güçlerin ağır etkisi altındaki işbirlikçiliğe fırsat vermedik. Ortaya çıkan isyan olanağını hovardaca ve günü birlik değerlendirmede kullanmadık, buna fırsat vermedik. Bu anlamda da, dışa fazla güvenmeme, özgücü esas alma ve bütün bunlardan gerçek bir taktiği, yani güne ve döneme cevap veren bir yaklaşım tarzını sergilemeyi, bu konuda alabildiğine bir yoğunlaşmayı esas aldık. Örgüt kişiliği, militan kişilik ve taktik önderlik denilen sorunları yoğun bir biçimde gündeme getirdik ve bunlara karşı muazzam bir mücadele verdik. Sağa ve sola savrulmalara karşı, büyük bir inatla yaşatacak olan, kurtaracak olan tarza yüklendik ve sonuçta bunun yaşatabileceği de ortaya çıktı.
1990’ların ortalarına geldiğimizde, PKK olayı artık ciddiye alınıyor; iç ve dış gelişmeleri diyalektik bir bütünlük halinde ve başarı temelinde kullanma iddiasını sürdürüyor. Kürdistan somutunda en iddialı güç olmaya doğru gidiyoruz. İşte bunun can düşmanı durumunda olan, baş düşmanı durumunda olan TC de bunu kavramış. TC’nin bugünlerde paniğe benzer bir durumla karşı karşıya olduğu, bütün iç ve dış politikalarını hızla gözden geçirip, tekrar o eski lanetli işgal, istila ve imha politikasını devam ettirerek, son bir hamleyle “artık başarabilirsem” dercesine bir yüklenme içinde olduğu görülüyor. Günlük olarak demeçler veriyor ve tehditler savuruyorlar; “Sizi, bu iki-üç ay içinde bitireceğiz, bu vatan başkasının olamaz; Türkiye bir tanedir, iki Türkiye olamaz” diye bağırıyorlar. Yine o bilinen ne kadar şovenist slogan varsa dağa, taşa kazıyıp duruyorlar. Kendilerinin, aslında nasıl bir ikilemi yaşadıklarını, kendi hallerinden daha iyi ortaya koymak mümkün değil.
Onların bu çılgınlaşmalarından bir şeylerin ellerinden kaydığını, millilik, milli bütünlük adı altındaki inkarcılığıyla, aslında halklar veya Kürdistan gerçeğini örtbas etmenin artık mümkün olmadığını anlıyoruz. Bunun da ötesinde bir özel savaşın geliştirilmesi söz konusudur. Bunu, bölgede benzer konumda olan klasik güçlerle götürmek istiyorlar. “İran’la şöyle düzenli ve tarihsel dostluk ilişkilerimize dayanarak burayı idare ederiz. Irak’taki durumu tekrar eski dönemdeki o Bağdat Paktı veya CENTO dönemindeki gibi bir statüye çekeriz” diyorlar. Böyle çok geride kalmış bir diplomasiyi ve bölgesel politikayı tekrar diriltmek, bunu özellikle Demirel önderlikli mevcut koalisyon hükümeti ve Genelkurmay ile götürmek istiyorlar.
Dış gelişmeler, hiç şüphesiz iki dünya savaşı arasındaki dönemde olduğu gibi Kemalistlerin lehine değildir. O dönem, Kemalistler için altın bir dönemdi. O zaman, şoven bir milliyetçilikle genç Türk burjuvazisinin kabarmış olan iştahını TC biçiminde yükseltmek için iddia vardı, iç ve dış koşullar da uygundu. Ortada onu tehdit edecek bazı güçler olsa da, bunları çok hunharca ezdi. Mustafa Kemal bunun çok usta bir taktisyeni durumundaydı. Komünistleri çok hunharca katlettirdi; demokratik bir gelişme ve çoğulculuk isteyebilecek en yakınlarını bile ortadan kaldırdı. En önemlisi de Kürdistan’ın katliamı tamamlanmışken, yeni kanlı katliamlar açısından bu dönemi müthiş kullandı ve o bildiğimiz diktatörlüğü inşa ettirdi. Bu dönemin dış dengelerini biliyoruz. Aslında çok fazla ulusal gibi gözükse de, Osmanlı İmparatorluğu’na bağlılığı vardı. Rusya’ya mağlup olmuştu, ama o zamanki galiplerin yaşadığı başka bir durum da vardı. İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar arasında, zafer sonrasında baş gösteren çelişkiler söz konusuydu. Bu arada Yunanlıların hesapta olmayan Anadolu seferi ortaya çıktı. Bolşevizm ortaya çıktı. Bolşevizmin ortaya çıkışıyla, aslında kuzeyden bitirilmiş Osmanlı ordu kalıntıları can buldu. Sevres Antlaşması diye eleştirdikleri antlaşmayla vücut bulmuş bir Kürdistan ve Ermenistan devredeydi. Güney’de İtalyanlar ve Fransızlar kendilerine düşen pay çelişkisi içindeydiler. İngilizler daha değişik şeyler istiyorlardı.
Görüldüğü gibi burada büyük bir kargaşa vardı. Dış denge, her ne kadar galipler temelinde çok açık bir biçimde Osmanlı kalıntılarının aleyhindeyse de, aslında Anadolu üzerinde kendilerini bitirtmeyi de yaşıyorlardı. Bolşevizmin Rus Çarlığı’nı devre dışı bırakması, en büyük destek olarak rolünü oynadı. Kazım Karabekir önderlikli kolordunun sonuna kadar Ermenileri ezmesi ve kendi yurtlarından söküp atması, Kürt işbirlikçiliğini taze bir güç olarak bulması, Karadeniz’de Rum Pontus halkını ezmesi kendiliğinden ortaya çıktı. Güney’de Fransızlar, İtalyanlar ve İngilizlerin kendi aralarında bir türlü anlaşamamaları, sıradan ve basit halk direnişleriyle bunların başarısız kılınmaları durumu, en önemlisi de belirleyici olarak Kemalistlerin, genç Türk milliyetçiliğinin bu çelişkileri iyi değerlendirmesi sonucunda, bir anlamda da aslında bu dönemin Anadolu gerçeğinde ileri bir konum diye tabir edebileceğimiz, ulusal bağımsızlıkçılığa açık tavırları destek bulacaktı. O dönemin ileri adımı buydu. Eğer Kemalizm halen biraz etkiliyse, bu karakterinden ötürüdür. Bu kadar işgalci ve istilacı gücün çok dengesiz ve hesapsız yayılışı karşısında, elbette sarılacak bir umut olacaktı ve nitekim öyle de oldu.
Bunun Kürtler açısından da böyle değerlendirilmesi gerekiyordu. Kemalistler tarafından da öyle yansıtıldı ve bilindiği gibi bir bağımsızlık hareketi biçiminde gelişme gösterdi. Tabii daha sonraki hikaye ayrıdır. Bu süreci böyle karşılayan Kemalizm, iki dünya savaşı arasındaki dönemi çok iyi değerlendirecekti. En zor koşullarda bile kendisini politik bir ifadeye, bir devlete kavuşturan şoven Türk milliyetçiliği daha sonraki sürece sımsıkı sarılacak, hem politikada hem de ekonomide müthiş şoven ve çıkarcı temelde hareket edecek, azınlıkları ve diğer kültürleri yok sayacak, özellikle korktuğu ve oldukça yararlandığı Bolşevizmi tasfiye edecek, dayandığı Kürt gerçeğini tasfiye edecek, kaskatı bir şoven milliyetçiliği, Hitler ve Musollinininkinden daha tehlikeli bir rejimi oturtacaktı. Dış denge, artık sosyalist blokla emperyalist blok biçiminde kesin örüldüğü ve her şey de bu temelde değerlendirileceği için, Kemalistler çok iyi bir fırsatı yakalamış olarak bu bloklaşmayı kullanacaklardı.
Başlangıçta, ağırlıklı olarak Bolşevikler, Lenin ve Stalin dönemi kullanıldı. Daha sonra burjuvazi biraz kök salınca ve devlet tekelini ele geçirince, NATO’ya, yani Batı sistemine kendini eklemledi ve şoven milliyetçi politikasını, biraz daha kapitalist gelişme ve burjuvalaşmasını sürdürdü. Bu arada asimilasyonla, özellikle Kürt gerçeğini daha da tanınmaz hale getirdi. Bunu şunun için belirtiyoruz; düşman dış dengeyi, Kürdistan gerçeğini bitirmede adım adım ve başarılı bir biçimde değerlendiriyor. Yetmiş yıllık denge, sosyalist sistemle kapitalist-emperyalist sistem adı altındaki çekişme, Türkiye Cumhuriyeti için çok ideal bir denge durumudur. Bu denge yetmiş yıldır kendi şoven ve yıkıcı politikalarını hayata geçirmesi için yeterli oluyor. Kemalistler bu dengeyi böyle değerlendirdiler. Bütün halklar Bolşevizm’den etkilenerek ulusal kurtuluşta dev gibi adımlar atarken, Ekim Devrimi’nin objektif olarak aleyhimizde bir sonuç vermesi, Kemalizm’in lehine Kürt ulusal kurtuluşçuluğunun aleyhine bir sonuç doğurması, tam bir talihsizlik veya ters bir durum oldu. Bütün bunların da etkisiyle sonuçta neredeyse boğuntuya geldik. Bunun hikayesini, ideolojik ve siyasal değerlendirmelerimizde çok yönlü işliyoruz.
PKK, bir anlamda büyük darboğazın ve olumsuzluğun değerlendirilmesi ve iğne ucu kadar da olsa tutulacak bir olanak varsa, bir değerlendirme ve gelişme durumu varsa, onu ortaya çıkarma hareketidir. PKK’nin bu yönüne çok dikkat etmek gerekiyor. Eğer pratikte hala olanaklar, fırsatlar ve tesadüfleri değerlendiremiyorsanız, bu, PKK’nin oluşum tarzını, genel ve büyük dengesizliği veya düşmanın yakaladığı denge durumunun büyük dezavantajını nasıl yakalayarak geliştiğini iyi bilememenizdendir. Olanaksızlıklar içinde veya olanakların en sınırlı olduğu koşullarda ortaya çıkan bir gelişme hareketi olduğumuzu, bir an bile olsa göz ardı edemezsiniz. Olanaksızlıklarla bir savaşma hareketi olduğumuzu iliklerinize kadar bilince çıkaramazsanız, en başta kendinizi ve tüm örgüt olanaklarını değerlendiremezseniz, PKK taktiğinden bir şey anlamamışsınız demektir; PKK gerçeğinden, onun ideolojik ve siyasal oluşumundan hiçbir şey anlamamışsınız demektir. Bu durumda, kesinlikle yaratıcı bir taktik sahibi de olamazsınız. Ben bunun hikayesini size çok yönlü anlattım. Ne yaparsanız yapın, PKK olayını böyle anlayacaksınız. Sizin, PKK’nin bu oluşum tarzını halen ruhunuza, bilincinize yedirdiğiniz söylenemez. Bir ruhunuz ve bilinciniz varsa veya bunu yaratmanız mümkünse böyle olmalı, ancak böyle olursa başarabilirsiniz.
Türkiye’nin Hiçbir Kürt Oluşumuna Tahammülü Yoktur
Dış dengedeki yeni durum nedir? Reel sosyalizmin bir sistem olarak aşılması ve bir anlamda da kapitalist, emperyalist sistemle bütünleşme sürecine girmesi global bir bütünsel gelişmedir, dünya çapında bir gelişmedir; bir anlamda Kürdistan aleyhindeki uluslararası denge durumunun aşılmasıdır. Çok iyi biliyoruz ki bu durumun aşılmasıyla birlikte Türkiye’nin rolü azaldı. Ortadoğu’da ulusal kurtuluş mücadelelerine ve Sovyetler Birliği ile sosyalizme karşı bir kale olma konumu gözden düştü. İleri bir karakol olma rolü fazla anlam taşımıyor. Bu globalleşmenin etkisini, bir de bu yönüyle değerlendirebiliriz.
Diğer yandan yeni denge arayışlarının ortaya çıkması, İran’da devrimin gelişmesi, yine Irak’taki rejimin dengeyi zorlaması, ABD ve İsrail’in bölgedeki dengeyi kendi lehine çevirme istemi söz konusu. Ortadoğu petrolünün, hala üzerinde en çok durulan bir sömürü kaynağı olarak, kapitalist emperyalist çıkar tekellerinin hizmetinde tutulmak istenmesi, bilinen Körfez Savaşı, hatta daha önceki on yıllık İran-Irak Savaşı -ki buralar da Kürdistan üzerindeki baskı zincirinin güney halkasını teşkil ediyor. Yani bir yerde Kürdistan’daki statüko üzerindeki bir parçalanma hareketi olarak da düşünülebilir- ve ardından Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan süreç, buradaki zincirin kırılmasına yol açtı.
1990’lardan itibaren Güney Kürdistan kendini, beklemediği ve hazır olmadığı, kendiliğinden bir ayaklanmayla birlikte yeni bir sürecin içinde buldu. ABD’nin, Irak rejimiyle çelişkileri vardı. Kürtleri çok sevdiği için değil, bu tablo karşısında sırf rejimi baskı altında tutmak, kendisine dayanak olabilecek bir alanı elinde tutmak için Kürtlere veya Kürtlerin bir kesimine ilgi duydu, onlarla ilişki geliştirdi. Irak’ta daha da kararsız ve nereye varacağı belli olmayan durumlar, ABD ile Batılı güçleri ‘Çekiç Güç’ biçiminde bir askeri kalkanı da oluşturmaya ve bunu daha çok da Kürdistan üzerinde kullanmaya itti. Sonuç olarak, son derece kaypak ve her türlü gelişmeye açık bir Kürdistan parçası ortaya çıktı veya öyle bir durum yaşandı. Buldukları çare; bir federe Kürt hükümeti oluşturmak, bu hükümeti Irak’ın bütünlüğü üzerinde -ki, Kürdistan’ı bu bütünlüğün içinde görüyorlar- bir baskı unsuru olarak kullanmak, yine Güney Kürdistan’daki devrimci, yurtsever güçleri etkisizleştirmede kullanmak, halkın bağımsız inisiyatifini ve devrimci, yurtsever gelişmesini sınırlandırmak, en önemlisi de bu gücü PKK’nin halihazırda önemli bir yoğunlaşma ve savaşı geliştirme alanı olarak düşündüğü Botan’ı bir savaşım sahası ve giderek bütün Kürdistan’ı direnme sahası olmaktan çıkarmak için kullanmak oldu. Nitekim 1992’de yürüttüğümüz Güney Savaşı’nda federe devlete böyle bir rol biçildiği ve böyle kullanıldığı pratik olarak doğrulandı.
1992’de üzerimize geldiler, bunda NATO’nun da onayı vardı. Ve zaten Türk rejimi de bu temelde bir Kürt federe devletine bağlılığı hem destekledi, hem de korudu. Bundaki amacı; PKK’yi Güney’den tecrit etmek ve giderek Güney’deki Kürt işbirlikçi güçlerini PKK’ye karşı yöneltmekti. Bunda bir anlamda başarılı da oldu veya bunu kısmen gerçekleştirebildi. Tabii durum hayli karmaşık olduğu için, bunun uzun süreli olamayacağı da açıktır. Güney Kürdistan’da çelişkiler var; Irak rejimiyle çelişkileri, kendi aralarındaki çelişkiler ve İran’ın konumu var. Arap ülkelerinin durumu; Suudi Arabistan ve Suriye’nin tavrı var. En önemlisi de bu, Türkiye’nin asla rahat olamayacağı bir statüdür. Federe de olsa, işbirlikçilik temelinde de olsa Türkiye’nin Kürt sözcüğüne bile tahammülü yok. Ne yapıp edip bu oluşumu tasfiye etmek ve yetmiş yıllık statükoyu tekrar egemen kılmak isteyecektir. Bağdat Paktı, CENTO ve benzer statüler arayacaktır.
Bildiğimiz gibi bunun için bir üçlü zirve geliştirmek, en son Irak’ı da buna çekip, statükoyu tekrar egemen kılmak istedi. Buna karşılık çelişkiler hayli yoğundur. Yani İran-Irak, İran-Türkiye, Türkiye-Suriye, Suriye-Irak çelişkileri böyle bir statükoyu oluşturmaya fazla fırsat vermiyor. Ayrıca ABD’nin çıkarları ve “yeni düzen”i var. ABD bu “yeni düzen”de, Türkiye’nin gözü kara sömürgeci, emperyalist ihtiraslarına sonuna kadar evet diyemez. Çünkü kendi çıkarları zorlanacaktır. Türkiye de, en az ABD kadar emperyalist, sömürgeci yaklaşımla giriş yapmak istiyor. Taktik düzeyde de olsa, aralarında çelişkiler var. İran’la da, Suriye’yle de benzer çelişkileri yaşayacak. Dolayısıyla tam bir kargaşa durumu ve çelişkilerin her an patlak verebilir. Artık bundan kim kazançlı çıkar, nasıl kazançlı çıkar, şimdilik belli değil.
Son olarak KDP ve YNK denilen güçlerin karşı karşıya gelmeleri var. Güney’deki liderlerin aslında böyle bir çatışmayı istemediği söylenebilir. Fakat iç çelişkiler, aşiret ve kabile çelişkileri, Behdinan-Soran zıtlaşması ve en önemlisi de, ki belirleyici oluyor, Türkiye’nin bu federe oluşumu aşma ve bunu aşarken de kırk yıl boyunca geliştirdiği KDP işbirlikçiliğini egemen kılma, bunu da Irak rejimiyle, hatta kısmen İran’la anlaşarak bozma tavrı ortaya çıktı. Bunun büyük bir çıkmaz ve kabul edilmezlikle karşı karşıya geleceği de açıktı. Çünkü ABD biraz daha değişik bir Kürt federe sistemi istiyor. Belki de devlet olmasını ister. Yine Irak’ı, daha değişik bir biçimde kendine bağlamak istiyor. ABD, Türkiye’nin istediği gibi veya Saddam rejiminin bu biçimiyle kalmasını istemeyebilir. Türkiye’nin petrol boru hattı sorunu, ağır ekonomik krizi var, Irak’taki ekonomik talanı bile mutlak olarak kendi tekeline alma istemi var. Bu da hayatidir. Dolayısıyla ABD ile de çelişkisi olacaktır. Esas itibarıyla da, PKK’yi tamamen tasfiye etme planı söz konusu. Bu plan, son üç ay için planlanmış. Özellikle Genelkurmay Başkanı Güreş’in, sözümona Türk milletine verdiği bir söz var. “Bu sözün gereklerini mutlaka yerine getireceğim” diyor. Şimdi bir plan yapmışlar. Bu plan biraz da 1992 planlamasına benziyor. Fakat tümüyle de öyle değil. Bu, daha çok Türkiye patentli bir plandır. Bu planın, ABD’nin onayını ne kadar aldığını söyleyecek durumda değiliz. Bu planın arkasında muhtemelen Almanlar ve Fransızlar olabilir. Hatta belki Rusya’nın fazla ses çıkarmaması da söz konusu olabilir. Yine İran’ı da bu plana dahil etmek isteyebilirler. Zaten bu yönlü girişimlerin olduğunu da biliyoruz. Demirel’in bizzat İran’ı ziyaret etme kararı var. Demirel aceleyle Mısır’a gitti, büyük bir ihtimalle amacı, Arap ülkelerinden biri olan Mısır’ı da bu plana dahil etmektir. Tıpkı Irak’ın Kuveyt’e girişinde Mısır’ın oynadığı role benzer bir rolü, Kürdistan’daki bu durum için de yaratmak isteyebilir. ABD de bunu yönlendirebilir. ABD ile çelişkileri var, belki içinde olmaz diyoruz, ama bir yönüyle de bu planı destekleyebilir.
Aslında bu anlamda durum karmaşıktır. Kim, ne kadar bu planın içindedir? Burada bilmemiz gereken; ağırlıklı olarak Türkiye’nin bu plana öncülük ettiği, İngiltere’nin ve dolayısıyla ABD’nin fazla desteklemeyeceğidir. Bir ambargoyu delme sorununu düşünelim: TC’nin daha çok da Irak’taki rejimle geliştireceği sağlam ilişkilerle, petrolden ve yine oradaki ekonomik gelişmelerden pay almak için öncülük yapması bir rahatsızlık yaratıyor. Ama buna mecbur. Çünkü sosyal yaşamda ekonomik kriz, yine siyasal istikrarsızlık çok şiddetli. ABD istemese ve İngiltere fazla desteklemese de veya zamansız bulsa da yönelecektir. Hatta en belirleyici olan aslında bizim gerilla olarak varlığımızı sürdürmemizdir. Bizim de 1994 bahar hamlesine yönelik yaklaşımlarımız, bu konuda çok yönlü geliştirilen çözümlemeler, hazırlıklar ve bunları hayata geçirmek için anlamlı bir döneme girişimiz söz konusuydu. Bunun için, bahar aylarında her yönüyle önemli bir gelişmenin yaşanacağını, Kürdistan çapında derinliğine, genişliğine bir gerilla ve halk hareketliliğinin yaşanacağını ve sonuca gideceğini gördük. Düşmanın, TC’nin, onun özel savaşımının bunu görmemesi, görüp de karşıt bir planla değerlendirmemesi mümkün değildi. Nitekim tarihsel bir geçmişe sahip olan Türk Genelkurmayı veya Türk siyasal ve askeri çevrelerinin uyuyacağını sanmak gaflettir. Hatta onların bizden çok daha fazla organize hareket edecekleri bilinir. Öyle ki, onların bizden daha erken, biz daha bahar hamlemizi başlatmadan, aniden Güney’e bir saldırıları oldu. Bunlar yıldırım tarzındaki saldırılardı ve ivmeyi verdi. Özellikle KDP’ye “Senin için de önemli bir tehlike arz eden PKK’yi darbeledim, gerisini sen tamamla” dedi. Nitekim küçük bir çatışma bahane edilerek, KDP saldıran taraf durumuna geçti.
KDP ne kadar bu planın içinde, ne kadar hazırlanmış, o da ayrı bir konu. İşbirlikçi güçtür, hakim iradeye bağlıdır. Hakim irade istedi mi, çeşitli yöntemlerle bu çatışmanın içine çekilir. Nitekim çekildi de. Bağlı güçtür, yani başka türlü yapamaz. TC, bu planla Güney’i kontrol altına almaya çalışırken, önünde Yekiti, bağımsız halk toplulukları vardı, eksik olan KDP otoritesiydi. Ve KDP’nin Irak rejimiyle anlaşma durumu da var. Diğerleri buna engel teşkil ediyor. Özellikle Talabani önderlikli yurtsever kesimin sindirilmesi gerekiyor. Irak çapında Barzani önderlikli bir otonomiye herkesin evet demesi gerekiyor. Evet demesi için de böyle bir saldırı planına ihtiyaç var. TC’nin bunu dayattığını sanıyoruz. KDP de bunu uygulamaya geçirdi. Karşılık bulmasıyla birlikte, Güney’deki bu yeni çatışma durumu ortaya çıktı. Bütün emperyalist güçler bunun böyle gelişmesini istemeyebilirler. Dediğim gibi, Türkiye hem ekonomik ve siyasal açıdan, hem de bahar hamlemizden duyduğu korkuyla buna mecburdu.
Düşmanın taktiği ne kadar akıllıcadır? Bunu hep akıllıca yapar, hep ileri düzeyde yapar, hep başarılı yapar diyecek durumda değiliz. Aslında düşman tıkanmış, bir çıkmazda bulunuyor ve dolayısıyla her an bir çılgınlık yapabilir. Çılgınlıklarının sonu da hep lehine olmaz, aleyhine de olabilir. Zaten düşmandan, özel savaş gücünden başka türlü bir hareket de beklenemez. Bir şeyler yapmak zorundadır ve nitekim böyle şeyler yapıyor. Bunun sonucu ne olabilir? Bunu günlük gelişmeler gösterir. Nereden bakarsak bakalım, bu yeni bir durumdur. TC bölgesel statükoyu zorlamak ve eski statükoyu yeniden kurmak istiyor. Bunun başarılabilmesi için, Irak’ta Saddam önderlikli otoritenin Irak genelinde hakim olması gerekir. Bu hakimiyet TC için her ne kadar Kürt hareketini bastırmada çok iyi bir zemin yaratsa da, bölgesel güçler için olsun, ABD başta olmak üzere irili-ufaklı bir çok devlet için olsun aynı oranda yararlı olamaz. Bu devletlerin çıkarları tehlikededir. Şimdi bu ciddi bir çelişki durumudur. Zaten bu çelişki biraz ortaya çıkıyor ve gelişeceğe de benziyor. En önemlisi de bir adım atıldı. Bunu KDP’ye yaptırtmak istedi. KDP’nin bunu başarma durumu var mı, yok mu? Başarması için birden bire ezmesi veya tek otorite haline gelmesi gerekiyor.
Mevcut çelişkiler ortamı ve en önemlisi de bizim durumumuz bunu sineye oturtmak için uygun değil. Çünkü çok iyi biliyoruz ki, Güney’de başarılmış, tamamen yeni bir otonomi çerçevesinde Türkiye, Irak, hatta İran’la bütünleşmiş bir KDP, gerçekten Kürt yurtsever hareketinin, bağımsızlık hareketinin özellikle son yirmi, otuz yıllık gelişmesini bitirmeye götürür; çağdaş ulusal kurtuluş hareketinin bütün kazanımlarını bitirir. Bu, kuşkusuz büyük bir kaybetme olur. Özellikle PKK önderliğinde ortaya çıkan son yirmi yıllık gelişmeler büyük darbe alır. Bunun sineye kolay oturtulamayacağı ve kolay kabul edilemeyeceği çok açık. Böylesi sinsi, son yirmi-otuz yılın bütün kazanımlarını elimizden alabilecek bir plana karşı, devrimci hareketin, yurtsever güçlerin, özellikle ister reformist, ister devrimci olsun işbirlikçi olmayan bütün ulusal demokratik güçlerin tavır geliştirecekleri bellidir. Son yıllarda bu güçlerde gelişme de oldu. En başta PKK önderliği çok ileri değişmelere yol açabildi. Dolayısıyla anlaşılması gereken; bu planın PKK’nin devrimci, yurtsever ve bağımsızlıkçı eğilimine karşı bir plan olduğudur. Temel hedefi budur. TC, aslında bu temel hedefte sömürgeci ve emperyalist güçlerle stratejik olarak anlaşmıştır. Fakat sıra bunu günlük pratik hayata geçirmeye gelince, çelişki o kadar dal-budak salmış, o kadar karmaşıklaşmış ki, bir çok sorun ortaya çıkıyor. TC, stratejik açıdan PKK’nin “terörist” olduğunu bütün dünyaya kabul ettirmek ve bunu Avrupa çapında onaylattırmak istiyor.
Yine PKK, bir Kürdistan ortaya çıkarmak istiyor. Buna karşılık TC, sömürgeci devletleri bölgesel statükoya çekmeye çalışıyor. İki tezi sürekli işliyor ve bunun pratik adımlarını da her yere taşırmak istiyor. Avrupa’da da çatlaklık boy gösteriyor. Çünkü TC’nin Kürt hareketini toptan inkar etmesi ve katliamcı yaklaşması söz konusu. Bunu ortaya çıkarıyoruz. Aynı şeyi, sömürgeci devletlerle sürdürmek istiyor. Biz bu devletlere de ‘TC, kendisi egemen olmak istiyor, Irak Kürdistanı’na da egemen olacak’ diyoruz. Dolayısıyla Irak rejimi de, Suriye de, İran da fazla güven duymuyor. Genelde Kürt tehlikesine karşı bir anlayış birlikteliği olsa da, bu anlaşma somut pratikte hayat bulmaktan çok uzaktır.
Devrimci taktikler tam da bu noktada devreye girer. Taktik alan dediğimiz güncellik, ona anlam verme ve ona yüklenme durumu ortaya çıkar. Nitekim PKK’nin de bu konuda bazı tecrübeleri var; KDP’nin bu sinsi yaklaşımlarına karşı çok hazırlıklıyız. Yirmi yıldır ideolojik, siyasal ve pratik anlamda buna karşı doğru tavırları geliştirmekle görevliyiz. Her ne kadar bu taktiği doğru hayata geçiremeyen militanlar veya özellikle Güney çalışmalarında bunu başaramayanlar olsa da, taktiğimiz esas olarak KDP’nin işbirlikçiliğini önleme biçiminde kendini ortaya çıkarır. Sürekli bir karşılık verme durumu vardır. Bu, Güney Savaşı’nda çok daha etkili bir biçimde ortaya çıkarıldı. İdeolojik olarak netleşme ise sürekli gündemdedir. Pratik olarak da, onların etkisi altına girebilecek durumlara yol açmıyoruz. Bağımsız, inisiyatifli alan tutmalar, yani Kürdistan somutunda epeyce gerilla alanları ortaya çıkarmamız, KDP’ye dayalı taktikleri boşa çıkaracaktır. Nitekim TC’nin bu yönlü bir çok girişimi boşa çıkarıldı.
TC, biraz da KDP’ye dayanarak koruculuğu geliştirdi; Uludere, Hakkari koruculuğunu geliştirdi. Fakat bunlar da TC için bir bütünen çare olmaktan uzaktır. Belki bizi biraz engelledi, bize çok zarar da verdi, ama önemli oranda gelişmemizi önleyemedi. Nitekim büyük bir mücadele devam ediyor. Sınır boylarında halen tutunan ve güç toplayan biz olduk. En son planla aslında yetmiş adet karakol geliştireceklerdi, geliştiremediler; tampon bölge oluşturacaklardı, oluşturamadılar. Bunları gerçekleştirememeleri, onları bu son planı daha bir çılgınlıkla hayata geçirmeye götürdü.
Öyle görülüyor ki, tarihsel, bölgesel ve Kürdistan içi dengelerin çok yakından etkilediği bir durumla karşı karşıyayız. Karşı devrimin, TC özel savaşı önderliğinde tırmandırmak ve adeta başarıyla hayata geçirmek istediği bir plana karşılık, bizim de yıllardır geliştirmek istediğimiz bir devrimci perspektif ve taktik söz konusudur. Güney’i bütünüyle devrimci, yurtsever güçlere ve esas olarak da bize kapatma, Güneyli korucuları Kuzey’in üzerine sürerek bitirme, hem de önümüzdeki üç aylık bir süre içinde bunu tamamlama biçiminde, ki bu süre yıl sonuna kadar uzatılıyor, çok tehlikeli bir plan var. Böylelikle hem tarihsel anlamda, hem de güncellik anlamında ulusal kazanımları, yine devrimci-özgürlüksel kazanımları toptan elimizden alabilecek, eğer önlenmezse belki de bundan sonrasını toptan karanlık bir biçimde halkımızın ulusal bağımsızlığı ve özgürlüğü aleyhinde geliştirebilecek türden bir duruma yol açılmış olur.
Biz, bu günlerde düşmanın bu özel savaş planına karşı bir adım daha atacağız. Devrimci tutumda biraz ısrarlı olanların bu planı kabul etmeleri veya düşünmeleri şurada kalsın, tüm güçleriyle buna karşı direnecekleri ve kendi devrimci taktiklerini oturtmak isteyecekleri açıktır. Zaten partimiz buna hazırlıklıdır. Fırsat kolluyoruz, adım adım bu fırsatların hazırlıkları içindeyiz. Deneyimimiz de, çalışmalarımız da epey var. En önemlisi de, Güney’de atılan bu son adımın bazı yurtsever güçlerce tepkiyle karşılanması, Kürt federe devleti diye tabir edilen birlikteliğin kuşku götürmesi, bir yerde işlemez duruma gelmesi ve devrimci duruma benzer bir durumu ortaya çıkarması görülecekti, değerlendirilecekti. Yapılan da bu oldu.
Amacımız Demokratik ve Özgür Kürdistan Temelinde Bir Çözümdür
Bu sürece 1992’den daha fazla bir başarı şansıyla giriliyor. 1992’de, YNK ve KDP bize karşı birleşmişlerdi. Yine ABD’nin TC’ye desteği tamdı, NATO’nun desteği de öyleydi. Bu destekler şimdi eskisi kadar olmayabilir. Güney’deki birliktelik aşılmıştır. Bunlar, bizim iyi değerlendirebileceğimiz yeni durumları ifade ediyor. Kaldı ki Güneyli yurtsever güçler bizimle sıcak ilişkiler geliştirmek istiyorlar, ittifak arayışı içindeler. Kuşkusuz biz bunu değerlendireceğiz. Sonuçta bize karşı geliştirilmek istenen bu planı böylece daha ilk adımını atarken, başarısızlığa uğratmada aktif davranacağız. Zamanı ve zemini çok iyi kullanacağız. Sadece bu planı boşa çıkarmakla yetinmeyeceğiz, Güney’i muazzam bir devrimci gelişmenin zemini haline getireceğiz. Elverişli koşullarından dolayı Güney’i devrimci gelişmenin boy attığı bir alan düzeyine çıkarmak, Irak bütünlüğü içinde bir çözüme, demokratik ve özgür bir Kürdistan temelinde bir birlikteliğe de yol açmak amacımızdır.
Yine Güney’i, işbirlikçilere ve TC’nin özel savaşına destek veren bir alan değil, tersine buna başarıyla karşı koyan bir alan, sağlam bir direniş cephesi, onun geri üssü durumuna getirme amacındayız. Güney halkı, devrimin dayanacağı bir halk olarak rolünü oynayacaktır. Buna engel teşkil eden tutum, örgüt ve onun önderliği kimse, o aşılacaktır. Eğer bir birliktelik isteniliyorsa, bu halkın yurtseverliği, düşmanın çıkarlarına alet olmayan ve düşmanın iradesini durduran bir temelde olacaktır. KDP ve Barzani önderliği ya bu çerçeveyi kabul edecek ya da aşılmayı göze alacaktır. Ya yurtsever, demokratik hareketin genel çıkarlarına tabi olurlar ve düşmanla ilişkilerini sınırlandırırlar ya da ortadan kaldırılır veya bu savaşımın sonunda başlarına gelecek olanları kabul eder, kaderlerine razı olurlar. Bizim yaklaşımımız böyledir.
Bu, yalnız Güney’deki savaş için geçerli değildir, bütün Kürdistan’ı ilgilendiren bir savaştır. Bunun arkasındaki güç Güney gücü veya Irak değil, Türkiye’dir. Bunun arkasında, ne idüğü belirsiz bir yığın çıkar sahibi vardır. Bu, tüm Kürdistan geneline karşı oynanan bir oyundur. Dolayısıyla, hiç kimse “PKK neden Güney’e karışıyor” diyemez. Aslında Güney’e karışmıyoruz, Güney’deki halkın yurtsever, demokratik çıkarlarına destek sunuyoruz. Biz bir destek gücüyüz; bize karşı geliştirilen bir planın boşa çıkarılmasının savaşçı gücüyüz. Buradaki savaşım son derece meşru, vazgeçilmez bir savaştır.
Sonuç ne tür gelişmelere götürebilir? Burada da belirleyici olan aslında özgücümüzün, taktiksel olarak iyi değerlendirilmesidir. Eğer Güney Savaşımındaki gibi devrimci taktikler daraltılmazsa, sağ savunmacı veya intiharvari sol sekter anlayışlar etkili olmazsa, kendi düzenli ve planlı taktiksel gelişmemizi sürdürürsek, bu süreçten kesinlikle başarılı çıkabiliriz. PKK’nin taktik esnekliği her türlü olumsuzluğa da, her türlü gelişme ve olumluluğa da cevap verir, bu cevabı daha da büyütür. Öyle ciddi bir çıkmaz görmüyoruz. Tabii bazıları bizi kendi darlıkları içinde boğmaya götürmezlerse, savaş kurallarına ters düşmezlerse ve kendilerini teslimiyete yatırmazlarsa; kararlı, direnişçi ve gerilla yöntemine ağırlık veren bir yaklaşım sonuç alır. Hem de çok büyük sonuç alabilir. En önemlisi de sonuç aldığında çok ciddi siyasal gelişmelere yol açar. Kürt federe devletinin içeriği değişir, buna devrimci bir atılım kazandırabiliriz. Bu da, halkın muazzam nefes alma ve güç kazanması anlamına gelir. Bu, federe oluşumun daha da bağımsız ve özgür, kendi iradesiyle gelişen ve güçlenen bir kurum haline gelmesine yol açar; bu anlamda Kürdistan geneline de katkı sunabilir. Gelişmeleri bu temelde zorlayacağız. Bu, aynı zamanda Kürdistan için geniş bir inisiyatif olduğu gibi, onu uluslararası düzeye taşırır; bir tür bağımsız bir güç gibi değerlendirilmesine ve muazzam bir diplomasiye yol açmaya götürür. Türkiye üzerinde ağır etkide bulunur. Onun Kürdistan’a dayattığı imha planını boşa çıkarmakla kalmaz, devrimci savaş planlarımızın güç kazanmasına da yol açar. Boğuntuya değil soluk almaya, gerilemeye değil ilerlemeye ve yayılmaya hizmet eder. Zaten Güney’e gelen Kuzey halkı da var. Kuzey daha şimdiden Güney halkıyla fiziksel anlamda da birleşmiştir. İki parçadaki halkın bir biçimde birleşmesi gerekiyor. 1990’da Güney halkının Kuzey’le tanışması, şimdi de Kuzey halkının Güney halkıyla bütünleşmesi ortaya çıkıyor. Bunun uluslararası sonuçları da olacaktır. Bunun BM’in desteğine yol açması da söz konusudur.
Bütün bunlar Türkiye’nin bölge dengesini, statükosunu zorladıkça zorlar. Biz bütün bunları hiç şüphesiz işleyeceğiz. En önemlisi de, askeri faaliyetlerimizi yoğunlaştıracağız. Siyasal ve diplomatik alanı daha da zorlayacağız. Öyle anlaşılıyor ki bu, devrimci planın şansını daha da artırdı. Yani karşı devrimin planı, devrimci planı besleyebilir, devrimci plana dönüşebilir. Hayale kapılmıyoruz, en önemlisi de kendiliğinden bir gelişmeyi beklemiyoruz. Gelişmeler, tırnakla sökülüp ortaya çıkarılır. Bu gelişmeler, muazzam bir duyarlılıkla, görevlerin üzerine amansız yürümeyle ortaya çıkarılabilir önemli gelişmelerdir. Kısaca, çok ciddi bir taktik adım olur ve sonuçları da hayli etkileyici bir biçimde ortaya çıkabilir. Özellikle siyasal sonuçları hem bölgede, hem de uluslararası alanda derin olur. Bu da yepyeni bir dönemin içine girmek demektir. Bu, Kürdistan’ın uluslararası alanda kendisini kabul ettirdiği, statüsünü yarattığı, diplomasiye yol açtığı, belki de bir devlet statüsüne yakın bir kabul görmeyi yaşadığı durumun üzerine kurulacak bilinçli örgütsel ifadesine yol açacaktır.
Kürdistan Ulusal Kongresi veya temsili, onun hem içte hem de dıştaki temsilcilikleri daha fazla devrimin iradesinin hizmetinde veya onu dikkate alan, bireysel tarzları ve aşiret sınırlarını artık zorlayan, çağdaş, ulusal birlikteliği kabul eden kurumları ve onların kurallarını dikkate alan bir dönemin içine girilmesine yol açar. Her örgütü artık kendi bencil çıkarları yerine, ulusal bir temsili esas almaya ve ona bağlı olmaya götürür. Bu da, yepyeni bir gelişme dönemi olacaktır. Buna da PKK öncülük ediyor, bunun çok önemli olanakları ortaya çıkıyor. Partimizin başlangıçtaki ideolojik ve politik önderliği, şimdi pratik önderlikle tamamlanıyor. Bu, kendini uluslararası alanda kabul ettirmesi ve meşrulaştırmasıyla kanıtlıyor. Hiç kuşkusuz bütün bunlar devrimci tasarım, plan ve perspektif düzeyinde ele alınıyor. Fakat yaptığımız hazırlıklar, güçlerimizin hali hazırdaki mevzilenme durumu, bunun bir tasarıdan ibaret olmadığını, günlük olarak da hayata geçirilebildiğini gösteriyor. Bu konuda artık pratik bir öncülük görevi ile karşı karşıyayız. Daha olgun, daha sorumlu, bütün sonuçları önceden kestirebilen ve ona göre güne anlam verebilen, başta gerilla cephesi olmak üzere hemen her cephede, Kuzey’de ve Güney’de silahlı savaşımı geliştirme, yine siyasal birliktelikleri, Kuzey’de ve Güney’de cephesel birliktelikleri geliştirme, bunu diplomatik alana taşırma gibi önemli ve başarılabilecek, ama gerçekten politik sanat biçiminde karşılanması gereken bir tarzda üzerine yürüyebileceğimiz görevlerle karşı karşıyayız.
Hiçbir şey yapılmadı denilemez. Yürürlükte olan faaliyetler vardı. Bu faaliyetlerin daha da kurumlaşması, daha eğitimli hale getirilmesi, daha sağlam, kolektif temsilciliklere ulaştırılması önemlidir. Diğer güçlerle her düzeyde sağlayacağımız kolektivizm, birliktelik çok önemlidir. Bizim ideolojik, politik ve pratiksel gelişmemiz bütün bunlara cevap verir ve bu işlere Kürdistan çapında öncülük etmede hem iddialı, hem de olanaklı kılabilir. İnanıyoruz ve yaptıklarımıza dayanarak söylüyoruz ki; yeni taktik hamle döneminde kazanan biz olacağız. Kazanmak için büyük tecrübelerimizin olumsuz yönlerini aşarak, olumlu yönlerini amansız bir biçimde hayata geçirerek yenilmez kılacağız. Halkımızın ve bütün yurtsever güçlerin büyük özlemle beklediği gelişmeleri ortaya çıkaracağız. Düşmanın bu sinsi, alçakça ve yok edici planına karşı verilecek büyük devrimci karşılık budur, büyük sorumluluk ve mutlaka başarılmak durumunda olan taktik budur. Artık içte ve dışta hiçbir engel bizi böylesine bir taktiği hayata geçirmekten alıkoymamalıdır. Engel teşkil eden ne varsa, çok doğru ve yetkin bir tarzda üzerine gidilip aşılmalıdır ve sonuçta başarı sağlanmalıdır.
Büyük bir özlemle böylesi bir aşamaya ulaşmaya çalışan partimiz, belki de ilk defa kendi özgür iradesiyle, halkımızın özgücüne dayalı olarak beklediği bir gelişmeyi, yine iddia ettiği oldukça haklı ve mutlaka sağlanması gereken bir gelişmeyi yaşayabilir. Fırsatı ve olanağı da değerlendirememe gibi bir hastalığa göz yummayız. Kendiliğinden, sağ savunmacı veya sol sekter yaklaşımlarla hiç kimsenin bu önemli gelişme dönemine olumsuz yansıması kabul edilemez. Böyle bir dönemde herkes çok iş yapabilir. Düşmanın özellikle dayattığı, alçakça katliamlarla sonuçlandırmak istediği tasfiye hareketine karşı, her düzeyde böylesine büyük bir güç kazanmakla, sadece düşmanın beklentilerini boşa çıkarmayı değil, onun Kürdistan üzerindeki insanlığa aykırı, ulusal ve toplumsal gelişmeye aykırı bütün yönelimlerinin ve politikalarının da sonu olabilecek bir gelişmeyi, aslında taktik değil, stratejik bir gelişmeyi sağlamakla karşı karşıya olduğumuzun derin bilincindeyiz.
Bütün bu değerlendirmelerin ortaya çıkardığı gelişme perspektifleri ve en önemlisi de amansız çabalarımızla pratiğe doğru yönelirsek, kazanacağız. Yine, böylesine bir dönemde her zamankinden daha fazla hem bilinçli irademizle ortaya çıkardığımız, hem de bazı bölgesel gelişmelerin daha çok hızlandırdığı bu olanakları çok iyi göreceğiz. Umut edilen, çok arzulanan ve oldukça da planlanan bu gelişme dönemi bu yaklaşımla karşılanırsa, özgür iradenin ve halkın, artık gerçekten kazanmak için çaba harcadığı ve destek verdiği bir dönem ve bu dönemin başarılı gelişmesi ortaya çıkacaktır. Bu dönemi böyle kazanmak, muhakkak büyük zorlukların üstesinden gelmekle olur; bir çok şehidi olabilir. Ama gerçekten statüsü böyle olan ve hakkında böyle düşünülen bir ülke ve halk yaşamak istiyorsa, yine buna öncülük etmede iddialı olan bir parti sağlam öncülük etmek istiyorsa, bütün bu zorlukları önceden göz önüne getirmeli, zorlukları kadar fırsatları ve olanaklarını da iyi değerlendirmelidir. Her şeyiyle “Ya kazanacağız, ya kazanacağız” diye hareket ederek savaşmalı, yürümeli ve mutlaka kazanmalıdır.
Parti Önderliği
20 Mayıs 1994