İnsanlığın başına gelen en büyük felaketlerin sebebi ve belki de kaçınılmaz sonu olan ‘kötülüğün’ bambaşka bir boyutunu haykırdı Hannah Arendt. Sakince ve tane tane. Hannah’nın hayatı Nazi rejimi nedeniyle bir ülkeden bir diğerine sürüklenerek ama illa ve çokça düşünüp üreterek geçti. ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ isimli eseriyle hafızalarda yer edinen Hannah için hayat her şeye rağmen ‘epey güzel’di.
Sürekli değişen, anlaşılmaz bir dünyada kitleler, aynı zamanda hem her şeye inandıkları hem hiçbir şeye inanmadıkları hem her şeyin mümkün olduğunu düşündükleri, hem hiçbir şeyin doğru olmadığını düşündükleri bir noktaya varmışlardır.
İnsani değerleri irdelemeyi kendine esas alan Hannah Arendt, 14 Ekim 1906’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Almanya’nın Hannover kentinde dünyaya geldi.
Berlin’de büyüyen Hannah, klasik Yunanca ve Latince öğrendi.
Hannah, 18 yaşında Marburg Üniversitesi’nde Martin Heidegger’den felsefe eğitimi almaya başladı.
Hannah fikirlerine büyük saygı duyduğu Martin’e âşık oldu ve 1 yıl süren bir ilişkileri oldu.
Düşündü, durmaksızın düşündü, yazdı, seslendirmesi cesarete ihtiyacı olan düşünceler attı ortaya.
Siyaset bilimci olan Hannah, aynı zamanda felsefeci olarak da bilinmesine karşın felsefenin “bireyin kendisi”ne dair sorunlarla uğraştığını söyleyerek bu sıfatı reddetti.
Tekil olana değil dünyayı kaplayan insanlığa odaklandı
Siyaset bilimci olarak tanımlanmayı istemesinin sebebi ise çalışmalarının “tekil olarak insana değil, dünyada yaşayan ve dünyayı kaplayan insanlığa” odaklanmış olması idi.
Eğitimin ardından Heidelberg’e giden Hannah burada Karl Jaspers’in danışmanlığında, Aziz Augustine’in düşüncesinde aşk kavramı üstüne bir tez yazmaya başladı.
Hannah bu tezi bitirip doktorasını tamamladığında henüz 22 yaşındaydı.
Hannah’ın hayatı bu dönemlerde; felsefe, eğitim ve aşkla dolu, dopdolu geçti.
Temel olarak totalitarizm, devrim, özgürlük, siyasal düşünce, iktidar ve kötülük kavramlarını ele aldı.
Heidegger’in öğrencisi olan Hannah; Edmund Husserl, Rudolf Bultmann gibi önemli hocalardan felsefe, ilahiyat ve Yunanca dersleri de aldı.
Hannah 1929 yılında tanışıp âşık olduğu Gunther Stern ile 1930 yılında evlendi.
“Doğruluk ile tutarlılık, asla aynı değildir” tezini savunan Hannah, Hitler’in 1933 yılında Başbakan seçilmesinin ardından Almanya’dan ayrılmak zorunda kaldı.
Hitler’in başbakan olması üzerine Hannah’ın Almanya’daki üniversitelerde ders vermesi Yahudi olduğu gerekçesiyle engellenmişti.
Fransa’nın başkenti Paris’e giden Hannah, orada ünlü eleştirmen ve düşünür Walter Benjamin ile tanışıp dost oldu.
Fransa o yıllarda Nazi faşizminden kaçanların nefes aldıkları bir sığınak halini almıştı adeta.
Hannah da Fransa’da yaşadığı süre boyunca Yahudi göçmenlere yardım ve destek sağlamak için çalışmalar yaptı, aktif olarak bu alanda mücadele etti.
Hannah, Gunther ile olan evliliğine 1939’da son verdi.
Nazi rejiminden uzakta kurulan hayatın huzuru fazla uzun sürmez Hannah için. Fransa’nın II. Dünya Savaşı’na dahil olması ve Almanya askeri kuvvetlerinin Fransa’nın bazı bölgelerini işgal etmesi sonucunda Hannah Fransa’dan da ayrılmak zorunda kaldı.
Ve 1940 yılında evlendiği Alman şair ve felsefeci Heinrich Blücher ile annesini de yanına alarak ABD’ye gitti.
Hannah Arendt ile Heinrich Blücher
Hannah ikinci kez yeni bir ülkede yeni bir hayatın tohumunu ekti.
Burada Alman gazetesi Aufbau’ya yazı yazmaya başlayan Hannah ayrıca Avrupa Komisyonu için araştırmalar da yaptı.
New York’ta yaşamaya başlayan Hannah faaliyet yürüten Alman-Yahudi topluluğunda aktif mücadele etti.
Hannah kendisini ülkesinden ayrılmak zorunda bırakan sistemsel kötülüğü, totalitarizmle ilişkilendirdi.
Bir ülkenin nasıl faşizme evrildiğini, bu süreçte neler yaşadığını ve kötülüğün adeta bir sisteme bürünmüş halinin sonunda nasıl yerle bir olduğuna bizzat tanıklık etti.
İlk tam kadrolu kadın profesör
1944’te, ilk büyük siyasi kitabı sayılan ‘Totalitarizmin Kaynakları’ üzerine çalışmalara başladı. Ve 1951’de ‘Totalitarizmin Kökeni’ yayımlandı.
Totalitarizmin Kaynakları’nda Nazi suçlarının geleneksel suçlara benzetilemeyeceği üzerinde ısrarla durarak bunu “insanları insanlar olarak gereksiz kılmak” biçiminde radikal kötülük olarak tanımladı ve bunun insanca anlaşılabilir sebeplerle açıklanamayacağını belirtti.
Hannah daha sonradan üç seri halinde okurla buluşacak olan ‘Totalitarizm’ kitaplarında anti-semitizm ve emperyalizmi de ele aldı.
Başarılı akademik çalışmalara imza atan Hannah, 1950 yılında ABD vatandaşı oldu.
1959’da da Princeton Üniversitesi’ndeki ilk tam kadrolu kadın profesör oldu.
Eichmann davası ve ‘Kötülüğün Sıradanlığı’
Hannah’ın hayatındaki dönüm noktalarından biri sayılabilecek en önemli olay kuşkusuz ki eski Nazi subayı Adolf Eichmann’ın 1961’de yargılandığı dava olmuştu.
Gestopa şefi olan Holokost’un faillerinden Eichmann, ‘Nazi ve Nazi işbirlikçileri Yasası’na göre yargılandı.
Hannah Kudüs’te yapılan bu davaya, The New Yorker dergisi adına muhabir gözlemci sıfatıyla katıldı.
Duruşmada aldığı notlar ve hazırladığı rapor, 1963’te‘Kudüs’teki Eichmann’ adıyla yayımlandı.
Hannah’ın yüksek sesle seslendirdiği ve yıllar sonra bugün dahi hala tartışılan, kabul ya da itiraz edilen ama illa ki sıcak kalan ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ üzerine düşünceleridir.
Kolay olan ‘kötülük’ deyip geçmekti belki ve Hannah bunun tam tersini yaptı. Kötülüğün önünde durdu, düşündü, dinledi, irdeledi ve tarihe not düştü kötülüğün alt metnini.
Hannah dava üzerine zihninde beliren fikirleri irdeleyerek kaleme aldığı ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ isimli kitabında kötülüğün sanıldığı gibi ‘radikal’ olmadığını savundu.
Hannah’a göre -tüm insanlığa göre de olduğu gibi- Nazilerin Yahudilere yaptıkları korkunçtu ama bir de işin failler boyutu vardı. Yapılanlar kadar korkunç olan bu türlü işkenceleri yapanların sıradan bir emri yerine getirir gibi düşünmeksizin hareket etmesiydi.
En çok hayret ettiği ve vurguladığı nokta da bu olmuştu Hannah’nın. Ve bu düşüncelerini şu sözlerle açıklamıştı:
Asıl sorun tam da Eichmann gibi onlarca insanın olmasından, onlarcasının ne sapık ne de sadist olmasından; ne yazık ki hepsinin eskiden de, şimdi de dehşet verici bir biçimde normal olmasından kaynaklanıyordu. Hukuk kurumlarımız ve yargılama usullerimizin ahlaki standartları açısından bu normallik, yapılan bütün kötülüklerin toplamından daha dehşet vericiydi.
Dava sırasında ‘Yahudilerden nefret etmediğini sadece kendisine verilen görevi yerine getirdiğini’ söyleyip eklemişti Eichmann: ‘Görevine sadık bir emir kuluydum’.
‘Emir kulu’ devlet tarafından işlenen cinayetlerin tek başına yeterli gelen savunması.
‘Ölüm korkunç değil hayat epey güzel’
Ahlaki değerlerin insanlar tarafından yaratıldığını söyleyen Hannah, Almanya’nın başına gelen en büyük felaket sayılabilecek bu rejim için “Nazizm insan faniliğinden iğrenen sapkın bir idealizm türüdür” nitelemesini yaptı.
Hannah’nın hayatının büyük bir bölümünü birlikte geçirdiği eşi Heinrich, 1970’de hayatını kaybetti.
Kötülüğün bambaşka bir boyutunu bizlere gösteren Hannah, 4 Aralık 1975’te hayatını kaybetti.
2006 yılında akademisyen Eugene McCarraher Hannah’a ilişkin şunları kaleme aldı:
1962’nin güneşli Mart sabahlarından birinde Hannah Arendt’i taşıyan bir taksi Central Park’a doğru hızlanırken bir kamyonla çarpıştı. Gözlerini ambulansta açan Arendt kollarını ve bacaklarını hareket ettirdi, gözlerini yuvarladı, tarihleri, şiir mısralarını ve telefon numaralarını sayarak hafızasını test etti. Daha sonra yakın arkadaşı Mary McCarthy’ye olayı şöyle aktarmıştır: “Kısa bir süreliğine yaşam ya da ölüm kararının bana bağlı olduğunu düşündüm.” “Ölümün korkunç olmadığını düşünse de” aynı zamanda “hayatın epey güzel olduğunu ve sevdiğini” düşünmüştü.