Toplumun paramiliterleşmesi tam da budur

0
316
  • “Devlet 90’larda inkar ve gizleme üzerine bir strateji kurmuştu. “Kürdistan sendromu” yaşayan askerler dışında Kürdistan’daki savaş, insanlar tarafından yeterince bilinmiyordu. Ama 2015’te kurdukları paramiliter gruplarla yaptıkları katliam ve yıkım çok aleniydi, mesaj çok netti.”

Barış BALSEÇER

Doktora tezini “Kuzey Kürdistan’da Paramiliter Gruplar” başlığıyla yazan Hollanda’nın Utrecht Üniversitesinden Dr. Ayhan Işık ile röportajımızın bugünkü bölümünde AKP’nin “Çöktürme Planı” doğrultusunda Kürdistan’a savaş ilan ettiği 2015 sonrası dönemi konuştuk.

AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye’deki süreç nasıl değişti? SADAT (Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret A.Ş.) gibi paramiliter yapılar hangi amaçla kuruldu?

Erdoğan, iktidara geldiği 2002’den 2010’a kadar AB üyelik sürecini devam ettirdi. Bu dönem Türkiye’nin kararını kendi başına aldığı bir “demokratikleşme” süreci değil, tamamen AB üyeliği ile ilgili bir süreçti. Mesele AB’ye bir şekilde girebilmekti. Türkiye’nin “barış süreci” dahil hiçbir süreçte ciddi anlamda samimi bir “Kürtlerle barışalım” siyaseti olmadığını düşünüyorum.

Erdoğan 2010 yılına kadar bu paramiliter grupları kullanmadı ama SADAT denilen paramiliter grubu 2012 yılında kurdu. SADAT, Erdoğan’ın kendi ordusuydu. Sürekli “paralel yapı” diyerek dile getirdiği şeyi kendisi kurmuştu zaten. SADAT’ı kurduğu bu dönemin sonrasında “barış süreci” başlatıldı. Ayrıca tam da bu dönemde Ortadoğu’da dengeler çok ciddi şekilde değişiyordu. 2011’de Suriye’de iç savaş başlamıştı.

Ahmet Davutoğlu’nun yayılmacılığı esas alan, “Yeni Osmanlıcılık” diyebileceğimiz fikriyatı öne çıkaran, aslında İttihat-Terakki’nin hayalci, Turancı fikriyatını güncelleyen ve “Stratejik Derinlik” olarak adlandırdığı bir planı vardı. Bu plan uygulanmaya başlandı. Türk devleti, Arap Baharı ve Suriye’deki iç savaşı bu strateji için bir fırsat olarak gördü.

Bu gelişmelerin dışında devletin kendi içinde de iç çatışmalar yaşanıyordu. 2008’den 2013’e kadar AKP ile Gülen Cemaati, eski derin devleti hizaya getirmek için Ergenekon, Balyoz gibi davaları başlattı. 2012-2013 süresinde ise bu sefer iktidardaki iki klik, AKP ve Gülen Cemaati arasında çatışmalar yaşandı. Sanırım Erdoğan bu dönemde ortaklık kurduğu bu gruptan ciddi anlamda zarar göreceğini gördü. Ayrışma sürecine gidildi.

Bürokrasiyi eline geçirmiş Gülen Cemaati ile ilişkisini kopardığı andan sonra, yani 2015’e gelindiğinde, polis teşkilatında çok ciddi tasfiyeler başlatıldı. Kendi elemanlarını polis teşkilatına yerleştirmeye başladı.

Diğer taraftan Erdoğan, geçmişte Gülencilerle birlikte tasfiye etmeye çalıştığı Ergenekoncularla 2014 -2015 yıllarında yeni bir ittifak kurdu. 2012’den 2015’e, “barış süreci” ile kendini konsolide etti, yeni ittifaklar için zemin hazırladı. İktidarını süreklileştirmek ve korumak için zaman kazandı, diyebilirim. İktidarını devam ettirecek tek şey, Kürtlerle bir “barış süreci” başlatmaktı. “Barış süreci”, çok meşru ve birçok kesimden destek gören bir gelişmeydi. Bundan dolayı ben bunu, Erdoğan’ın kendini iktidarda tutma taktiği olarak görüyorum. 

Erdoğan’ın taktiksel olarak yaklaştığını hangi gelişmelerden hareketle ifade ediyorsunuz?

Taktik olduğunu “barış masasını” devirmesinden, 2006’daki “Kadın da olsa, çocuk da olsa gereken yapılacaktır” sözünden, “Düşünmezsen Kürt sorunu yoktur” gibi birçok örnekten yola çıkarak, yani Erdoğan’ın Kürtler ve Kürt meselesine yaklaşımından görebiliyoruz. Ayrıca barış süreçleri, toplumsal baskı ile başlayan süreçlerdir. Kürtler ve Türkler açısından da, PKK ile Türk devleti açısından da bu geçerlidir. Karşılıklı toplumsal baskı, bir şekilde barış masasını kurdurur.

Erdoğan’ın ileriki süreçte devletin tüm kurumlarıyla birlikte Kürtlere karşı savaş kararı aldığını mı söylüyorsunuz? Zira 2014’te Türkiye tarihinin en uzun süren Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısının yapıldığını biliyoruz…

Erdoğan 2015’e gelindiğinde barış masasını devirerek Çöktürme Planı’nı devreye koydu. Devletin “barış sürecini” sona erdireceği, 2014 yılındaki MGK toplantısından belliydi.

Çöktürme Planı çok ciddi bir metindir. Bu metni Jandarma Genel Komutanlığı’nın 1933-1934 yıllarında hazırladığı Dersim Raporu’na çok benzetiyorum. 1937-1938’de Dersim’de yapılacak soykırımın her aşaması, üç-dört yıl önce hazırlanan bu raporda belirtilmiştir. Kürdistan’da kentlerin yerle bir edilmesi planı da bu MGK toplantısında hazırlanmıştır. Bunu tamamen basına yansıyan, Mısır’daki medya organlarının sızdırdığı ve çokça tartışılan metinler üzerinden söylüyorum. Çünkü 2014 MGK toplantısına ait elimizde başka metin yok. 

2014 MGK toplantısı sonrasında Kürdistan’da kentler yerle bir edildi, binlerce insan katledildi, yüzbinlerce insan zorunlu göçe tabi tutuldu. Neoliberal siyasetle birlikte insanlar borçlandırılarak yıkılan yerler toplu konutlar şeklinde yeniden inşa edildi. Amaç, siyasi çöktürmenin yanında yeni bir ekonomik rant oluşturmaktı.

Kürdistan kentlerinin yerle bir edildiği, binlerce insanın katledildiği 2015’te devlet, hangi paramiliter yapıları kullandı?

JÖH, PÖH, Esedullah Timleri gibi farklı paramiliter gruplar bu kentlerde kullanıldı.

  • “90’lı yıllarda toplumu bihaber bırakmak, devlet siyasetiydi. Günümüz buna imkan vermiyor, toplumu karşıtına veya yanına bir şekilde dahil etmen gerekiyor. 90’larda siyasetsizleştirilen ve sessizleştirilen toplum, günümüzde devlete destek veriyor. Özellikle 2015 sonrasında devlet tümden paramiliterleşirken toplum da paramiliterleşti.”

90’lı yıllarla 2015 arasında stratejik farklar var mı?

Devlet 90’larda inkar ve gizleme üzerine bir strateji kurmuştu. Savaşa katılıp “Kürdistan sendromu” denilen sendromu yaşayan askerler dışında Kürdistan’daki savaş, insanlar tarafından yeterince bilinmiyordu. Ama 2015’te kurdukları çeşitli paramiliter gruplarla Kürdistan’da yaptıkları katliam ve yıkım çok aleniydi. Mesaj ve katliam çok netti. Gelecekte uluslararası arenada insanlığa karşı suç olarak tanımlanabilecek birçok eylem, insanlığın tanıklığında gerçekleştirildi.

İki süreç arasında devlet siyasetinin çok belirleyici olduğunu görüyoruz. 2015 süreci, devletin eski elitlerinin (Ergenekon gibi) Erdoğan ile yaptığı ittifak sonucunda gerçekleşmiştir. Enver Paşa ve Talat Paşa gibi düşünen bir ekip oluştu. “Yeni alanlar işgal ederek coğrafyamızı genişletiriz”, “Biz büyük bir ülkeyiz”, “İslam aleminin öncüsüyüz” gibi sözler ederek oluşturdukları bu yayılmacı siyaseti ve şiddet sarmalını devreye soktular.

2015 yılına gelindiğinde Türk devleti neden strateji değişikliğine gitti?

Hem Türk devletinin bu aleniliğe elverişli geleneksel siyaseti hem de uluslararası koşullar gibi birçok temel sebep söz konusu. Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafyada gerçekleşen göçmen hareketleriyle sınırlar anlamsızlaştı. Bu, Sykes Picot Antlaşması ile çizilen yapay sınırların ciddi anlamda tartışıldığı bir dönemdi. Öte yandan Türkiye, askeri kapasitesini 90’lara oranla ciddi anlamda geliştirmişti. Sınırların tartışıldığı böyle bir dönemde Türkiye, temelinde Kürdistan korkusunun tetiklediği bir siyasetle sınırlarını genişletme kararı aldı. “Sınırlarımı genişletemezsem, küçülecektir” diye düşünmüşlerdir. Bana göre devleti yöneten elitin zihnindeki en kilit nokta budur.

Yani devlet elitleri, ülke içindeki sorunları çözmeden, yüzleşmeden sadece sınırlara ve devletin kutsallığına indirgenen bir ertelemeci siyaset tarzını benimsedi. Aynı zamanda sınır genişletme ile kendilerince “terörizm” olarak nitelendirdikleri tehdidi sınır dışında tutmayı da amaçlamışlardır.

Ayrıca bu kadar aleni ve açık gerçekleştirilmesinin temelinde uluslararası hiçbir yaptırımdan korkmadıkları mesajı yatıyordu. Vicdani anlamda da binlerce insanın katliamından hiçbir sorumluluk hissetmediklerini gösterdiler.

Araştırmalarınızda 90’lı yıllarda da bu aleniliğe denk geldiniz mi?

Devlet JİTEM’i inkar ediyor ama 90’ları 2015 ile karşılaştırdığımızda faillerin aleniliği açısından tek benzerlik Cizre’de görülüyor. 90’larda herkes failleri biliyordu. 90’lara dair Cizre’de görüştüğüm birçok kişi, JİTEM’in 8-10 kişiden oluşan bir timi olduğunu söylemişti. Bu tim, Cemal Temizöz, Kemal Atak ve kardeşleri, birkaç uzman çavuş ve astsubay ile birkaç itirafçıdan oluşuyor. Görüştüğüm herkes, bu paramiliter grubu biliyordu.

Birinin gözaltına alındığında nereye götürüleceği, nerede tutulacağı veya katledildikten sonra nereye gömüleceği, Cizre halkı tarafında biliniyordu. Silopi yolu üzerindeki BOTAŞ kuyuları, Cizre’nin hemen üstündeki Hizbullah kontrolündeki köy gibi kırsal yerlerdi buralar. Kaybedilen ve katledilen insanların cesetleri buralara götürülüp gömülüyordu. Elbette 90’lı yıllarda devlet Cizre’yi de inkar ediyordu. 2015 ile kıyasladığımızda 90’larda devletin paramiliter siyaseti daha örtüktü. Cizre istisnadır. 90’larda da buradaki paramiliter gruplar aleniydi, 2015’te de.

Alenilik aynı zamanda yerellerdeki aktörlerin insiyatifleri, ideolojik arka planları, devletin paramiliter gruplara tanıdığı suç işleme alanıyla da ilgiliydi. Çünkü Cizre çok stratejik bir yer. Kuzey, güney, batı olmak üzere Kürdistan’ın üç parçasının kesiştiği bir nokta. Siyaseten çok önemli bir noktada. Yüzyıllarca Kürtlere öncülük etmiş emirliğin merkezlerinden biri. 90’lı yıllarda da Cizre aynı önemdeydi. Bu açıdan Cizre başlı başına bir konudur.

AKP içerisindeki Kürt vekillerin tasfiyesini nasıl okumak gerek?

Bu, devletin genel Kürt siyasetine bakışıdır. Çünkü planın kendisi 2010’lara dayanıyor. Dengir Mir Mehmet Fırat, kendisiyle yapılan bir röportajda AKP’den ayrılma sebebini, “2015’e kadar Erdoğan partisinde etkin hiçbir Kürdü bırakmak istemiyor” olarak açıklamıştı.

AKP’nin kurucularından biri olan Dengir Mir Mehmet Fırat dahil, 2015’e gelindiğinde gerçekten de AKP içerisinde etkin tek bir Kürt vekil bırakılmamıştı. Muhtemelen devleti yöneten ekipler içinde Kürtlerin siyaset başta olmak üzere birçok alandan tasfiyesine dönük bir karar alındığı anlaşılıyor.

Katliamlar, yıkımlar ve zorla göç… Bunlar için uluslararası bir ittifak gerekmiyor mu? “İktidar genel dünya siyasetinden yararlandı” diyebilir miyiz?

İttifak gerekiyor ama ittifak olmadan da bu devreye konulabilir. İttifak yapılmasa dahi görmezden gelinmesi bile yeterli oluyor. Efrîn, Serêkanî, Girê Spî işgalleri döneminde ABD’de Erdoğan gibi düşünen Trump iktidardaydı. 2015 ve sonrası sağcı, popülist liderlerin ve partilerin dünyayı domine ettiği bir dönemdi. Uluslararası koşullar da uygundu. 2015-16’daki katliamların yapılması için şartlar da uygundu.

Türkiye, uluslararası siyasette yönünü değiştirdi. NATO üyesi olan Türkiye, batı siyasetinin dışına çıkıp bir siyasi eksen oluşturmaya çalıştı. Ayrıca batı bu süreçten itibaren sadece “kaygı” duydu. Hatta arka planda silah ve teknik desteğini sürdürdü.

Ayrıca çok ciddi bir şekilde Avrupa, göçmenlerle “uğraştırıldı” ve göçmen akınıyla ciddi anlamda sıkıştırıldı. Türkiye, Avrupa’nın tüm bu dönüşümler ve katliamlara karşı ses çıkarmaması için göçmen akınını bir tehdit aracı olarak kullandı. Dolayısıyla Avrupa’nın Türkiye’ye pek karşı çıkabilecek durumda olduğunu sanmıyorum.

Organize suç örgütü liderliğinden hüküm giyen Alaattin Çakıcı, eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, emekli Korgeneral Engin Alan ve emekli Albay Korkut Eken’in birlikte çekilmiş fotoğrafı medyaya yansıdı? Bu fotoğraftaki mesaj neydi?

Fotoğrafı gördüğümde doğrudan 91-96 ve 75-80 dönemleri aklıma geldi. Bu üç dönem de devletin kurumsal olarak, yani idari, askeri ve siyasi bir bütün olarak, paramiliterleştiği dönemlerdir. Devlet içerisinde kimi gizli ağlara sahip aleni ama resmi olmayan çeşitli kişi ve gruplar; mafyayla, ekonomiyle, siyasetle, devlet içerisindeki askeri ve idari bürokrasiyle bağlantılıydı. Devlet çeşitli dönemlerde bunları kullanıyor ama böylesi dönemlerde ise bu kişi ve gruplar devleti kullanarak devlet yönetiminde belirleyici olacak pozisyona geliyor.

Bahsettiğim üç dönemde de yaşananlar benzerdir. Alaattin Çakıcı için meclisten af çıkarıldı. Devlet Bahçeli’nin söyleminden sonra yasanın çıkacağı belliydi.

Siyaseten karmaşanın olduğu, ilişkilerin iç içe geçtiği böyle dönemlerde yasalar değil, devlet içerisindeki farklı klikler etkindir. Siyasal ve dini cemaatlerin etkin olduğu böyle dönemlerde karanlık ilişki ağlarına sahip güçler çok daha etkin hale geliyor. Bu süreçlerde devletin sıradan siyasetçisi, nasıl hareket edeceğini bilemeyebilir ama fotoğraftaki dört kişi böyle süreçleri çok daha iyi bilebilir, yönetebilir. Çünkü böylesi dönemler için eğitim almışlardır.

90’lar denildiğinde Abdullah Çatlı ile olan ilişkileriyle, zorla kaçırılmalar ve kaybetmelerdeki rolüyle Mehmet Ağar akla gelir. Dönemin İçişleri Bakanı ve Emniyet Genel Müdürü’dür ve istihbarat içerisinde çok etkindir. Tansu Çiller’in en güvendiği ve devleti asıl yöneten kişilerden biridir.

Fotoğraf 90’lara ilişkin bir mesajdı. “Siz ’90’lara geri dönüyoruz’ mu diyorsunuz? Biz çoktan döndük!” mesajıydı. 2014-2015’te devlet zaten 90’lara dönmüştü. Alenilik ile 90’ları aşan bir noktaya gelindi. Artık yargı da tamamen bu ekibin ellerinde. Fotoğraf buna göndermeydi.

Hamid Bozarslan’ın devletin paramiliterleşmesi üzerine,  “Birincisi, devletin rasyonalitesini yitirmesi; ikincisi de toplumun çöküşü, bu paramiliterleşmeyi doğuran etkenler” diyor. Daha doğrusu tüm bu dönüşümler iç içe geçen süreçlerdir. Böylesine süreçlerde bürokrasi, siyaset, hukuk işini yapamıyor. Toplumun meşruiyet verdiği, devleti yönetmesi gereken kişiler işini yapamıyorsa, toplum çökmüş ve siyaseti denetleyemiyorsa bu derin devlet ekibi aleni şekilde çıkıp fotoğraf verecektir. “Böylesi bir süreçte devleti biz yönetiyoruz” diyebiliyorlar.

  • “Oluşturulan “Türk ulusu”, eşitlik ve birlikte yaşama fikrinden uzak. Söz konusu olan, tamamen bir etnik yapının tahakkümü üzerinden oluşturulmuş, eşitsizlikli bir toplumsal yapı. Geç Osmanlı’dan, yani Türk ulus kimliğinin inşa edildiği ilk zamandan beri hep böyleydi. 70’lerde de, 90’larda da böyleydi.”

2015 sonrasında polis sayısında ciddi bir artış gerçekleşti ve sonrasında bekçilik adı altında yeni güvenlik ve asayiş birimleri oluşturuldu. Bu gelişmeleri devlet içi çatışmanın sonuçları olarak yorumlamak doğru mu? Bunun dışında paramiliter grupların oluşturulması devam ediyor mu?

Polis sayısının arttırılması ve bekçilik kurumunun oluşturulması, devlet içinde kimi kliklerin birbirine güvenmemesi, kendi paramiliter gruplarını oluşturması anlamına geliyor. Diğer taraftan “Halk Özel Harekat” adında kurumlar kuruluyor. SADAT’ın İç Anadolu başta olmak üzere çeşitli bölgelerde sivillere silahlı eğitimler verdiğinden bahsediliyor. Rojava’daki savaşta yer alan ve daha sonra Libya’ya, Karabağ’a götürülen bir milis grubun ya da grupların olduğunu biliyoruz.

Rojava, Libya ve Karabağ’da kullanılan bu gruplar paralı asker değil mi?

Paramilitarizmin tanımını yaparken paramiliter grupları, “genelde iç savaşlarda kullanılan gruplar” olarak tanımlamıştım. Paramilitarizm paralı askerlikten farklı bir şey, çünkü ideolojik anlamda da devletle kurduğu bir bağ vardır paramiliter grupların. Paralı askerlik ise tamamen ekonomik motivasyona dayalıdır.

Türkiye, 2015 sonrası Batı Avrupa’dan Libya’ya paramilitarizmi ‘export’ (ihraç) etmeye başladı. Son dönemlerde Hollanda basınına yansıyan bir raporda Türkiye’nin Hollanda’daki radikal İslamcı grupları ciddi anlamda desteklediği yer almıştı.

Buna dair Avrupa’da da tartışmalar var. “paramilitarizmin ‘export’ edilmesi”, paramilitarizm literatüründe de yeni bir durum aslında. Bununla farklı ülkelerde yaşayan ve kendi fikrî dünyalarını benimsemiş insanları harekete geçirmeyi amaçlıyorlar. Bunu Türk devletinin son yıllardaki yayılmacı siyasetinin bir parçası olarak okumak gerekiyor. Devlet sadece askeri olarak değil, kültür ve de paramiliter gruplar üzerinden de etkisini yaymaya çalışıyor.

90’lara nazaran toplumun giderek paramilitarizmin parçası haline geldiği dillendiriliyor…

Bu doğru bir gözlem. Türkiye Cumhuriyeti ulus-devlet olarak yapaydır. “Türk ulusu” dediğimiz, dünyada oluşturulmuş en başarılı uluslardan biri. 1915’lerden itibaren çok fazla Türk olmayanı kendisine dahil ederek Türkleştirmiştir. O yüzden çok eşitlikçi olmayan bir toplum. Bir kimlik var ve o kimliğe dahil olduğunuzda kimi haklarınız oluyor ama o kimliğe dahil olmuyorsanız çok ciddi sıkıntılarla karşı karşıyasınız demektir.

Oluşturulan bu “Türk ulusu”, eşitlik ve birlikte yaşama fikrinden uzak. Söz konusu olan, tamamen bir etnik yapının tahakkümü üzerinden oluşturulmuş, eşitsizlikli bir toplumsal yapı. Geç Osmanlı’dan, yani Türk ulus kimliğinin inşa edildiği ilk zamandan beri hep böyleydi. 70’lerde de, 90’larda da bu böyleydi.

90’larda toplum sessizsizleştirilmiş ve siyasetsizleştirilmişti. 70’lerde haksızlığa karşı sesi çıkan kesim, paramiliter gruplarla bastırılmıştı. 75-80 arasında 5 bin genç öldürüldü. 80’lerden sonraki savaş sürecinde 40 binden fazla gerilla, sivil Kürt ve Türk güvenlik gücü hayatını kaybetti. Kürdistan’daki savaş, dünyada örneğine Latin Amerika ve Doğu Asya’da karşılaştığımız uzun süreli savaşlardan biridir.

90’lı yıllarda toplumu bihaber bırakmak, devlet siyasetiydi. Basının durumu da dahil olmak üzere koşullar bunun için uygundu. Ama günümüz buna imkan vermiyor. Toplumu karşıtına veya yanına bir şekilde dahil etmen gerekiyor. 90’larda siyasetsizleştirilen ve sessizleştirilen toplum, günümüzde çok ciddi anlamda devlete destek veriyor. Özellikle 2015 sonrasında devlet tümden paramiliterleşirken toplum da paramiliterleşti. 

Paramilitarizmin ‘export’ edilmesinde toplumun da rolü var mı?

“Paramilitarizmin ‘export’ edilmesi”, sadece devletin siyaseti veya stratejisiyle değil toplumsal yapıyla da alakalı. Paramilitarizm, toplumdan ciddi anlamda destek görüyor. Sosyal medyadan da bunu görmek mümkün. Türkiye’de devlet yanlısı vekil, gazeteci, siyasetçi gibi kişilerin sosyal medya paylaşımlarını takip etmek, devletin temel karakterini anlamamızı kolaylaştırıyor. Bu paylaşımlarda ırkçılığı, ölümü ve öldürmeyi kutsamak açık şekilde savunuluyor. İnsanlar TV programlarına çıkıp çok rahat biçimde, “2016 yılındaki darbe girişimi sırasında fırsatım olsaydı 50 komşumu öldürürdüm” diyebiliyor. Toplumun paramiliterleşmesi tam da budur.

Türkiye’deki en büyük sorunlardan biri, toplumun çoğunluğunun devletle benzer hatta aynı zihniyete sahip olmasıdır. Hatta toplum devletten daha geri bir yerde. Devlet bazı konularda, uluslararası ilişkiler ve yaptırımların getirdiği bir çekinceden olsa gerek, toplumundan daha “demokratik” olabiliyor.

Yüzyıllık tarih, onlarca katliam… Devlet katliamlarındaki sürekliliğin nedeni nedir? Devlet işlediği onca katliam ve insanlık suçu ile neden yüzleşmiyor?

Katliamlardaki sürekliliğin nedenlerinden biri, bu suçun parçası olan toplumun, paramiliter ve devlete bağlı grupların çok ciddi bir cezasızlıkla korunmasıdır. Öte taraftan yüz yıl boyunca devletin silahlı birlikleri ya da devletle ilişkili silahlı gruplar, etnik, dini, sınıfsal birçok gruba yönelik ciddi katliamlar yaptı. Elbette devletin yüzleşmeyi istememesinin en büyük sebebi, toplumundan aldığı cesarettir. Devlet, kurduğu veya desteklediği birçok paramiliter grubu yönlendirebilir ama toplum işlenen onlarca katliamda ciddi bir rol almış ve parçası olmuştur.

Dolayısıyla devlet toplumu cezasızlıkla cesaretlendiriyor, toplum da devleti destekliyor. Bahsettiğim toplum biçimi, devletin reformasyonunu; idari yapısını ve hukuk sistemini değiştirmeyi düşünmeyen, aksine buna süreklilik kazandıran bir mekanizmadır.

Toplumsal yüzleşme, birkaç sivil toplum kuruluşu ve toplumun küçük bir kesiminin dert edip tartıştığı bir konu. Toplumun ciddi bir kesimi, devletin ya da CHP, MHP, İYİ Parti, AKP gibi devletli partilerin arkasında. Türkiye’de Ermeni, Rum, Süryani ve Kürt soykırımları gibi yüzleşilmesi, hesaplaşılması ve adaletin sağlanması gereken birçok katliam var fakat buna dair bir hukuki düzenleme, siyasal basiret, toplumsal vicdan maalesef hiç oluşmadı.

Meclisteki partilerin tavrı bu konuda oldukça öğretici aslında. HDP dışında tüm partiler, devletin bekası denilen siyasi tutum tartışmalarında ortak karar veriyor. Kurulan yeni partiler meclise girdikleri anda HDP dışındaki partilerle aynı çizgide duruyorlar, çünkü bu bir zihniyet meselesi. Bunun dönüştürülüp değiştirilmesi gerekiyor. Bu zihniyetin oluşturulması bir asır sürdü. Yüzleşme ve hesaplaşmayla bir toplumsal onarımı gerçekleştirmek kaç yıl alır, bunu tahmin etmek çok zor.

Toplumsal barış ve bir arada yaşam için “yüzleşmek” neden önemli?

Yüzleşmek, toplumun, en küçük hücresinden en kapsamlı gruplarına kadar, geçmişte yapılanlarla ilgili kendi sorumluluğunu görmesi, bireysel olarak kendisiyle hesaplaşmasıdır. “Ailem, atalarım bu katliamların neresindeydi, ben neresindeyim” diye kendisiyle hesaplaşma sürecidir.

1915 Ermeni Soykırımı’nda Kürtlerin ciddi bir rolü var. Evet, Osmanlı ordusundaydılar ama bir seçim yapabilirlerdi. Trakya Pogromu’nu belki devletin belli grupları yönlendirdi ya da hazırladı ama ağırlıklı olarak oradaki siviller pogromun uygulayıcısı oldu ve Yahudiler resmen Trakya’dan kovuldu.  1955 İstanbul Pogromu ve 1970’lerdeki Alevi pogromları da benzerdir.

Yüzleşmek, birçok insanın elde ettiği ekonomik faydanın, elde ettiği mülkün de sorgulanması anlamına geliyor. Atalarının biriktirdiği sermayenin kaynağının, başkasına ait el konulan mallar olduğuyla da ilgili bir yüzleşme süreci gerekiyor.

Çözümü nerede görüyorsunuz peki?

Çözüm için bir yüzleşmenin gerçekleşmesi gerekiyor. Bir katliam, pogrom, cinayet üzerinden hakkaniyetli, örnek bir yüzleşme süreci gerçekleşirse sanırım arkası gelir. Toplumsal barışı amaçlayan sivil toplum kuruluşlarının, siyasetçilerin, akademisyenlerin ve birçok gruptan insanın bir olayı öne çıkarıp onun üzerinden “yüzleşme” dediğimiz onarımı gerçekleştirmeleri gerekiyor. Başka türlü birbirini destekleyen iç içe geçmiş devlet ve toplumun sorunlu ve yekpare zihniyetinde bir çatlak oluşturmak neredeyse imkansız.

Kaynak: Yeni Özgür Politika

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here