Önder APO’yu tasfiye etme planları da bu planlamalar içerisinde yer almıştır. Zaten bu süreçle birlikte de Önder Apo ve onun şahsında PKK’yi tasfiye etme çabaları adım, adım uygulamaya konulmuştur.
Uluslararası komployu değerlendirirken birçok boyutuyla ele almak gerekir. Bu şekilde bir yaklaşım söz konusu olmazsa; tek boyutlu, dar bir ele alış gerçekleşir. O zaman da uluslararası komplonun gerçek amacı anlaşılamaz. Buradan hareketle, öncelikli olarak dile getirilmesi gereken de uluslararası komplonun iki modernite arasında süren mücadeleyle doğrudan ilgili olan yönü olmaktadır. Burada kast edilen ise; Demokratik Modernite ile Kapitalist Modernite arasındaki mücadele gerçekliğidir. Reel Sosyalizmin çözülmesinden sonra Kapitalist Modernitenin ideologları olan ve NEO-CON’cular olarak adlandırılan çevreler yapmış oldukları belirlemelerde; dünyanın sonu, ideolojilerin sonu şeklinde yapmış oldukları belirlemelerde bunu daha da bir gereklilik haline getirmektedir. Ki, Reel Sosyalizmin çözülmesinden sonraki süreçte bu düşüncelerin Kapitalist Modernitenin sağı ve solu diye adlandırılabilecek kesimler tarafından da kabul görmüş olması da bu gerekliliği çok daha önemli kılmaktadır.
İdeolojilerin sonu, dünyanın sonu şeklinde yapılan belirlemelerin tek bir anlamı vardır. O da artık tarihte bunun ötesinde yaşanacak bir şey yoktur, olmaktadır. Asıl olarak da burada. Kapitalizmden ötesi yoktur, düşüncesi kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Artık bu süreçle birlikte öngörülen de kapitalizmin öngördüğü düşünce, yaşam ve siyaset biçimleri dünyaya hükmedeceği, varsayımıdır. Burada asıl olarak öne sürülen ana fikir ve düşünce de budur. Reel Sosyalizmin çözülmesi ile birlikte öne çıkarılan bu düşünceler her ne kadar doğruyu ifade etmeseler de, yaşanan bir gerçeklik vardı. O da, 70 yıl dünyadaki dengeleri etkileyen ve bu yıllar içerisinde dünyanın iki farklı sistem şeklinde ele alınmasına neden olan bir dönemin artık kapanması ve bunun da kapitalizme tüm dünya üzerinde hakimiyetini yeniden tesis etmek için altın tepsi içerisinde sunulan bir fırsat anlamına gelmiş olduğudur. İkinci Dünya Savaşından sonra kapitalist sistemin jandarmalığını üstlenmiş olan ABD’nin bu fırsatı değerlendirmek için harekete geçmesi de gecikmemiştir. Yeni Dünya Düzeni? adı altında geliştirmiş olduğu proje de bu fırsatı nasıl değerlendireceğinin adı olmuştur. Ortadoğu ise bu projenin daha sonra. Genişletilmiş ‘Ortadoğu Projesi’ olarak adının değiştirileceği, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ adıyla uygulamaya konulacağı pilot bölge olarak belirlenmiştir. Bu şekilde Ortadoğu; ‘Yeni Dünya Düzeni’ adı altında Kapitalizmin tüm dünyada hükümranlığını yeniden tesis etmek istediği temel bir coğrafya haline getirilmiştir. Bilindiği gibi Birinci Dünya Savaşı Orta Avrupa’da başlamıştır. Bir Sırp’lı öğrencinin Avurturya, Macaristan veliahdını öldürmesinin, buna neden olduğu söylenmektedir. Bir veliahtın öldürülmesi savaşın gerekçesi olabilir mi? Bu soruya verilecek cevap kuşkusuz hayırdır. Ama bu gerçeğe rağmen bir bahane haline getirilme gerçekliği de söz konusudur. Böyle bir gerçeklik içerisinde de savaşın başladığı ilk yer Orta Avrupa olmuştur. Oradan da Afrika’yı, giderek te, Rusya’ya ve Ortadoğu’yu içerisine almıştır. Osmanlı imparatorluğunun birinci dünya savaşına katılmasıyla birlikte de, Ortadoğu savaşın merkezi haline gelmiştir. Sonuçta ise, birinci dünya savaşında Almanya ile birlikte, eskinin üç büyük imparatorluğu eski statüsünü kaybetmiştir. Bunlardan biri; Avusturya-Macaristan, diğeri; Rusya, öteki de; Osmanlı imparatorluğudur. Bu çerçeve de savaşta, Osmanlı taraf olduğu Almanya’yla birlikte yenik çıkınca, dağılmaktan kurtulamamıştır. Afrika’dan Ortadoğu’ya ve Balkanlara varıncaya kadar hükümranlığı altında olan toprakları kaybetmiştir ve bu topraklar üzerinde İngiltere ve Fransa’nın egemenliği altında birçok manda rejimleri oluşmuştur. Bununla da kalmayarak Osmanlının kendisi de işgal ve denetim altına girmekten kurtulamamıştır. Birinci Dünya Savaşı’na İngiltere’nin yanında katılan Rusya ise, Ekim devrimi ile birlikte savaştan çekilmiştir. Böylelikle de, İngiltere savaş içerisinde büyük bir müttefikini kaybetmiştir. Devrim sonrasında emperyalist güçlerin Rusya’ya müdahaleleri de sonuç vermemiştir. Devrim kendini savunmasını bilmiştir. Almanya ile birlikte savaşta aynı cephede yer alan Avusturya-Macaristan imparatorluğu da yaşadığı yenilginin ardından dağılmaktan kurtulamamıştır ve eskiden hükümran olduğu topraklar üzerinde irili-ufaklı birçok devlet oluşmuştur. Birinci Dünya Savaşının tüm yakıcılığı ile yaşandığı bu coğrafyalar arasında en sarsıcı ve köklü değişikliklerin yaşandığı yer, Ortadoğu olmuştur. Yaşanan bu değişiklik içerisinde, savaşın galipleri olan İngiltere ve Fransa Ortadoğu’nun belirleyici gücü haline gelmişlerdir. Birinci Dünya Savaşın sonlarına doğru İngiltere ve Fransa’nın cephesinde yer alarak savaşa katılan ABD ise, bu devletler kadar Ortadoğu’da etkili bir güç haline gelememiştir. Bununla birlikte bir gerçeklik daha vardır. O da, İngiltere’nin, bu savaşta en büyük payı alan bir devlet olmasıdır. İngiltere için savaşın galipleri arasında ?galiplerin galibi? şeklinde bir değerlendirmede bulunulmasının asıl nedeni de bu gerçeklik olmuştur. Fransa’da pay almıştır. Ama aslan payı İngiltere’ye düşmüştür.
Savaş galibi olan bu devletler, kendi çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’yu biçimlendirmekten de geri kalmamışlardır. Bir yanda bunlar yaşanırken savaş öncesi Osmanlı ile birlikte Ortadoğu’nun iki büyük devleti olan İran kendi sınırlarını korumuştur. Burada parçalanan, paylaşılan ve yeniden biçimlendirilen Osmanlı egemenliği altında kalan topraklar olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu yeniden biçimlendirilirken böyle bir gerçeklik önemli bir rol oynamıştır. Fransa ve İngiltere de buna göre Ortadoğu’da konumlanmışlardır. İkinci Dünya Savaşına kadar bu böyle devam etmiştir. Ama Birinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşen bu konumlanma, savaş içerisinde Ortadoğu’da öngörülen haliyle gerçekleşmemiştir. Birinci Dünya Savaşı içerisinde yapılan Sykes-Picot anlaşmasında alınan kararlar bir bütün olarak uygulanmamıştır. Tam olmasa da, Sykes-Picot antlaşması etkisini Sevr antlaşmasında gösterse de Ortadoğu’da asıl sınırlar Ankara, Bağdat ve Lozan anlaşmasıyla belirlenmiştir. Bunun nedeni ise, Türkiye’de Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından başlatılan mücadeledir. Asıl olarak da bu mücadelenin sonuçlanmasıyla birlikte yapılan antlaşmalarla Ortadoğu coğrafyası bir biçim kazanmıştır. Fakat 1940?lara doğru o sınırlar da kendi içerisinde değişikliklere uğramaya başlamıştır.
Hatay, yapılan referandumla TC’ye bağlanmıştır. Lübnan Fransa’dan bağımsızlığını ilan etmiştir. Musul-Kerkük İngiliz özerk himaye bölgesi olmaktan çıkarılarak, doğrudan Irak krallığına bağlanmıştır. 1948?de de İsrail kurulmuştur. Tüm bunlar birinci dünya savaşı sonrasında Ortadoğu haritasında yaşanan değişiklikler arasında yer almışlardır. İkinci Dünya Savaşının başladığı yer ise, Doğu Avrupa olmuştur. Almanya’nın 1939’da Polonya’ya saldırısıyla başlamıştır. Savaş başından sonuna kadar daha çok Avrupa coğrafyasında etkili olmuştur. Avrupa’nın diğer ülkeleri kadar olmasa da, İngiltere, Kuzey Afrika’da da bir savaş alanı haline gelmiştir. Yine Uzakdoğu’da da etkisini göstermiştir. Bu coğrafyalara oranla, Ortadoğu’da fazla bir tahribata neden olmamıştır. Ama bu Ortadoğu’nun ikinci dünya savaşından uzak olduğu anlamına da gelmemektedir. İkinci Dünya savaşında, İngiltere ve Fransa’nın amacı ise, kendi kontrolünde tuttukları Ortadoğu’daki hakimiyetlerini daha da güçlendirmekti. Buna karşın Almanya’nın hedefleri arasında Ortadoğu’yu ele geçirerek dünya hakimiyetini kurmak da vardı. O nedenle de TC ile içerisine girdiği yakın ilişkilerle birlikte İran ve Irak’ta etkili olma girişimlerinde de bulunmuştu. Türkiye ile olan o yakın ilişkilerine dayanarak Türkiye’yi bir üs olarak kullanabileceğini düşünüyordu. Sonrada yapılan bir darbe ile yıkılmış olsa da Irak’ta da zaten geçici bir dönem Almanya yanlısı bir iktidar oluşmuştu. İran’da da Almanya’yı umutlandıran bazı olaylar yaşanmaya başlamıştı. Yunanistan TC devlet sınırlarına kadar gelen Almanya’nın bir başka cepheden Kafkasya’ya müdahale edip oradan da Ortadoğu’ya, Uzakdoğu’ya açılma projeleri vardı. Fakat savaşta yaşananlar Almanya’nın planladığı gibi olmayınca, Almanya bunu gerçekleştiremedi. Eğer Almanya hedefine ulaşmış olsaydı kuşkusuz Ortadoğu’da savaşın en fazla yıkıma neden olduğu bir merkez haline gelmiş olacaktı.
Ancak Ortadoğu İkinci Dünya Savaşı sonrasında, İkinci Dünya Savaşı içerisinde bile yaşamadığı bir düzeyde savaşı yaşayan bir bölge haline getirildi. Bununla birlikte Ortadoğu’da çeşitli anti-emperyalist mücadeleler de yaşanmaya başladı. Arap milliyetçiliğini esas alan hareketler ile İslami örgütler ortaya çıktı. Bunlar köklerini geçmişten alsalar da, açık savaş tarzında mücadele dönemi içine girdiler. Böylelikle İsrail-Filistin, Yahudi-Arap savaşları yaşandı. Askeri darbeler gerçekleşti. Devrimler ve devrimci mücadelelerin gelişimine tanıklık edildi. Tüm bunlar İkinci Dünya Savaşı sırasında savaşın biraz dışında kalmayı başaran Ortadoğu’yu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya sorunlarını ve dünya çelişkilerini yaşayan bir bölge haline getirdi. Oluşan böyle bir Ortadoğu gerçekliği içerisinde ise, İkinci Dünya Savaşı öncesinde etkin güçler olan İngiltere ve Fransa’nın yerini; ABD ve o zamanın SSCB’si aldı. 1991’de Reel Sosyalizmin çözülmesi, Ortadoğu’da İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan dengelerin değişmesini ve kartların yeniden karılmasını beraberinde getirdi. Kartların yeniden karılmasında temel ve etkin güç ise ABD oldu. Çünkü o zamana kadar dünyanın ve Kapitalist Modernitenin jandarmalığını o üstlenmişti. Reel Sosyalizm sahadan çekilince de ‘galip benim’ dedi. Her yönüyle kendi hakimiyetini kurmak için harekete geçti ve dünyaya da buna göre biçim vermeye çalıştı. Fakat biçim vermeye çalışırken de, ABD’nin kullandığı yöntemler 1990’lar öncesinin benzerleri olmaktan öteye geçmedi. Daha önce yaptığı gibi, kendi çıkarlarını hakim kılmak istediği ülkelerde amaçlarına uygun bir düzen, iktidar oluşturmak için önce iç karışıklıklar yaratma ve ardından, askeri müdahalelerde bulunma gibi yöntemleri devreye koydu. Irak’ın Kuveyt’e saldırtılmasının altında böyle bir gerçeklik vardı. Irak Kuveyt’e saldırırken, bunu ABD’nin bilgisi ve kontrolü dışında yapmamıştı. ABD’nin bunda önemli bir rolü vardı ve bu nedenle de önünü açmıştı. Ardından da Irak’taki Saddam rejimini hedefi haline getirdi.
ABD Ortadoğu’da ‘Büyük Ortadoğu Projesini’ uygulamak için neden Irak’ı ilk hedef olarak belirlemişti? Bu sorunun cevabı çok önemliydi? Çünkü Irak İkinci Dünya Savaşından sonraki süreçte oluşan dengeler içerisinde sürekli zikzak yapan bir konumda bulunuyordu. 1958?de 2. Kral Faysal’ın yıkılmasına neden olan General Kasım darbesi ile birlikte yaşanmaya başlayan süreçte Arap milliyetçiliğinin etkili olduğu iktidarlar gerçeği ABD için hep bir sorun olmuştu. General Kasım’ın bir darbe ile yıkılmasından sonra da bu sorun devam etti. Saddam Hüseyin’le zaman zaman yakın ilişkiler içerisine girmiş olsa da bu konuda bir istikrar da sağlayamadı. Hatta Saddam Hüseyin iktidarının ABD ile yakın ilişkiler içerisinde olan, bazı Arap ülkelerinde Arap milliyetçisi hareketleri desteklemesi yaşanan bu sorunu daha da derinleştirdi. Böylesi bir yönetimle de ABD’nin yeni dünya düzeni oluşturması ve Ortadoğu’ya ilk adımını atması mümkün değildi. Bu nedenle o koşullarda Irak’ı hedef seçti. İran’ı hedef seçemezdi. Çünkü 1979?da halk ayaklanmasıyla şahlık yıkılmış, yerine kurulan İslam Cumhuriyeti ile İran’da yeni bir yönetim oluşmuştu. Suriye’de de bunu yapamazdı. Çünkü Suriye’de Hafız Esad yönetimi çok güçlü bir pozisyonda bulunmaktaydı. Bunlar dışında en zayıf alan olarak gördüğü Irak’ı hedef olarak belirledi. Çünkü Irak daha önce İran’la yaklaşık 10 yıl süren bir savaşı yaşamıştı. Savaş bitmiş ardından kısa bir sonra da yine savaşla sonuçlanacak olan Kuveyt sorununu gündemine getirmişti. Bu gerçeklik Irak’ı ABD tarafından Ortadoğu’ya verilmesi planlanan ‘yeni düzen’ için harekete geçeceği en elverişli öncelikli ülkeler arasında görmeye itmişti. Irak’ın Kuveyt işgalini de böyle bir müdahalenin gerekçesi haline getirerek müttefikleriyle birlikte Irak’a saldırıda bulundu. ABD’nin Irak’a yapmış olduğu bu müdahale aynı zamanda Üçüncü Dünya Savaşının başlangıcı anlamına gelmişti. Fakat ABD, savaş içerisinde şöyle bir gerçekliği de gördü (bu CİA’nin basına yansıyan bir raporuna da yansımıştı.). Aslında ABD Birinci Körfez Savaşında Irak’a yaptığı müdahaleyle Saddam güçlerinin Kuveyt’ten çekilmesini sağlamış ve Irak’a girmişti. Bağdat’a ilerleyerek, Saddam rejimini yıkabilecek bir güce sahipti. Fakat ABD bunu yapmadı. Buna gerekçe olarak da, ikinci bir Afganistan’ın doğmasından duyduğu korku idi. Parçalanmış- denetim dışına çıkmış olan Afganistan gibi, giderek ABD için tehlike haline gelecek bir başka savaş bölgesinin oluşma ihtimalini kendi çıkarlarına uygun bulmamıştı. Eğer o zaman Irak’a girseydi ve Saddam rejimini yıkmış olsaydı, otomatikman Irak; Şialar, Sünniler ve Kürtler arasında üçe bölünmüş olacaktı. Ve üçe bölünmüş Irak’ta kimin başat güç olacağı belirsizdi. Bu ise; Ortadoğu’nun tamamını içerisine alacak; kimlikler, inançlar, kabileler ve farklı kimliklere sahip olan kültür toplulukları arasında ne zaman biteceği belirsiz olan bir savaşın fitilinin ateşlenmesi anlamına gelecekti. Öylesi konjonktür de ABD’yi böylesi bir risk almayı engelleyen başka nedenler de vardı. Asıl olan da bu nedenlerdi. Eğer o günkü koşularda Saddam rejiminin yıkılması halinde; İran destekli Şiaların oluşacak olan iktidarı ele geçirecek olmaları kuvvetli bir ihtimaldi ve ABD bunu göze alamazdı. Saddam’ın ve Baas Partisinin iktidardan devrilmesini kendilerine karşı ilan edilmiş bir savaş olarak görecek olan Sünniler içerisinde oluşan bu boşluğu doldurabilecek ve ABD ile güç birliği içerisinde olabilecek ne her hangi bir kimse ne de örgütlü bir güç vardı. O günkü koşullarda ‘ellerinden tutularak, ayağa kaldırılma’ pozisyonun da olan Kürtlerin de böyle bir rolü oynaması mümkün değildi. Ki böyle bir gerçeğe rağmen Kürtlere rol vermesi halinde, Arap milliyetçiliğinin ve yakın ittifak halinde olduğu TC devletinin olası tepkilerini göze alacak bir durumu da yoktu. Bu açıdan Kürtleri, ABD’nin o zaman ki koşullarda ilk başta hemen sarılabilecekleri bir tercih olma olasılığı mümkün değildi.
Kürtler içerisinde PKK’nin varlığı ise, ABD için önemli bir başka tehlike idi. PKK, 1980?lerin başından itibaren Güney Kürdistan’da bir güç olarak varlığını sürdürdüğünü, Önder APO’nun geliştirdiği siyasetin ve düşüncelerinin Güney Kürdistan’da dikkatle izlendiğini ve sempati ile karşılandığını da görüyorlardı. ABD için de bir tehlike arz ediyordu. YNK ile KDP’nin durumu da belli idi. Vardılar, ama ABD’nin potansiyel bir güç olarak harekete geçirebileceği ve dayanabileceği bir pozisyonları yoktu. Birinci Körfez savaşında oluşan elverişli koşullara rağmen Başuré Kürdistan’ın belli başlı yerleşim merkezlerinde denetimi ele geçirmek için harekete geçmemiş olmaları, öncesinde Saddam rejimi ile yakın ilişki içerisinde olan müsteşarların ayaklanmasının ardından ancak o zaman buralara girerek hazır olan koltuklara rahatça gidip oturmalarının nedeni de bu gerçeklik oluşturmaktaydı. Eğer buna rağmen kullanmak istiyorlarsa da böyle bir rol oynayabilmeleri için hazırlanmalarını sağlayacak olan bir zamana ihtiyaç vardı. Ki, 1991’de yaşanan Birinci Körfez savaşın dan hemen sonra Irak’a gerçekleşen müdahale ile 32. ve 36. Paralel arasında kalan hava sahasının kapatılarak ABD’nin güvenlik şemsiyesi altına alınmış olması da böyle bir amaçları olduğu gerçeğini ortaya koymuştu. O nedenle de ABD’nin Kürtler içinde, kendisi için en tehlikeli olarak tek güç PKK’ydi. ABD’nin PKK’yi kendi önünde bir tehlike olmaktan çıkarmaya yönelik düşünceleri o zaman netleşmişti. Hatta bundan önce PKK’yi izlemeye başlamıştı. 1979’da İran devriminden sonra ABD Tahran Büyük Elçiliğinde ele geçen ve altın da 1976 tarihi olan, ABD Adana konsolosluğunun kendi merkezine yazmış olduğu rapor da bunu doğruluyordu. O Raporda şöyle; ‘Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde APOCU-Stalinist bir örgüt oluşuyor. Çok tehlikelidir, izlenilmesi gerekiyor.’ Denilmekteydi. ABD o zamandan beri PKK’yi takip altına almış bulunmaktaydı. Sadece ABD’nin değil, zamanın SSCB’sinin Kürtleri ve PKK’yi yakından izlemesi söz konusu idi. Veysi Sarısözen bir TV konuşmasında; zamanın TKP yöneticilerinin Apocu Harekete dair SSCB Komünist Partisi yetkilileriyle yaptıkları bir görüşmede SBKP’li görevlilerin kendilerine; son derece gerilla mücadelesine elverişli bir alanda faaliyet yürüten bu hareketi kendilerinin de izlediklerini belirttikleri yönünde verdikleri cevap da bunu göstermektedir.
Böyle bir gerçeklik içerisinde ABD’nin neden Birinci Körfez Savaşından sonra Saddam’ın yıkılmasını ileri bir tarihe ertelenmesinin nedenleri de kendiliğinden anlaşılır bir hale gelmektedir. İran devriminin etkileri; Şiaları, Saddam rejiminin ve Baas partisinin yanında olmaları; Sünni’leri, zayıf olmaları ve Arap milliyetçiliğin karşısındaki çekinceleri ve kendileri için tehlike olarak gördükleri PKK’nin varlığı nedeniyle; Kürtleri kendilerine partner olarak seçememişlerdir. İşte bu nedenlerden dolayıdır ki, Üçüncü Dünya Savaşının başlangıcı olan Körfez Savaşıyla birlikte Ortadoğu’da yeni dünya düzenini oturtmak için yaptıkları POP’ın uygulamak için var olan sorunları nasıl aşacaklarına dair farklı planlamalarda bulunmuşlar ve bunları da devreye koymuşlardır.
Önder APO’yu tasfiye etme planları da bu planlamalar içerisinde yer almıştır. Zaten bu süreçle birlikte de Önder Apo ve onun şahsında PKK’yi tasfiye etme çabaları adım, adım uygulamaya konulmuştur. Başuré Kürdistanlı işbirlikçi güçlerin 1992?de Soykırımcı TC devleti ile birlikte PKK’ye saldırtılmasını, Şemdin Sakık gibi Nikaragu?daki gibi Eden Pastro (Komutan Zero ?sıfır-) benzeri sahte önderlikler yaratma girişimleri, 6 Mayıs 1996’da Önder Apo’ya karşı Şam’da düzenlene suikast girişimi, Önder Apo’nun ısrarla Şam’dan çıkarılması için yürütülen diplomasi çalışmaları, ve Suriye rejimi üzerinde kurulan baskılar, başta Avrupa devletleri olmak üzere farklı ülke devletlerine ait resmi temsilcilerin, istihbarat görevlilerinin görüşme ve gazeteci vb. kimlikler altında Önder Apo’ya yakınlaşma çabaları vb. hep böyle bir gerçekliğin sonucunda içerisine başvurulan yönelimler olmuştur. Tüm bunların yaşandığı bir süreçte Fransa’da yayınlanan bir gazetede Önder Apo?nun adı anılarak; ‘Ortadoğu’da yeni bir Selahaddin mi doğuyor’ başlığıyla yayınlanan yazı da içerisine girilen bu yönelimin asıl mantığını ele vermekteydi.