İskender’in büyük dünya fethinin, Zagros dağlarında sekteye uğradığını bilmeyen yok gibidir. İskender’in Zagros dağlarının ve halkının geçit vermezliği karşısında, Kürt kızlarını, işbirlikçi rahip ve aristokrat Kürt erkeklerle anlaşıp, askerleriyle evlendirerek akrabalık sağlamak istediği rivayet edilir. Akrabalık yoluyla Zagrosların yolunu açmak istemiştir. Helen imparatoru İskender 300 Kürt kızını komuta kademesindeki askerleriyle evlendirmek için on bin kişilik bir evlilik töreni yapar. Bu Kürt kadınlarının Zagros dağlarının Zerdüşt tapınaklarının rahipleri ve önde gelen ailelerin kızları olduğu anlaşılmaktadır. Ancak özgürlüğe alışkın ruhları işbirlikçi esarete teslim etmek öyle kolay değildir. Zagrosların asi kadınları, Zerdeştiliğin ve ana soylu düzenin gücüyle donanmıştır. Öz savunma, özgürlük, ahlak bu coğrafya için vazgeçilmezdir. 300 Kürt kadını sessizce örgütlenir. Düğün gecesi yanlarına aldıkları hançerlerle hem zorla evlendirildikleri askerleri hem de kendilerini öldürürler. Bu isyana tarihte ‘Sorka Âlem İsyanı’ denir. Başlarına bağladıkları kırmızı kuşaklardan kaynaklı isyana bu isim verilir. Hawarlarına kimsenin koşmadığı, kimsenin umut olmadığı Kürt kadınları, direnişleriyle kendi umutlarını yaratmıştır. Yiğitçe bir hamleyle kendilerinden önceki tüm direniş mirası gibi, geleceğe de umut olmuşlardır.
Umudun gittikçe karartıldığı bir çağın tam da ortasındayız. Her geçen gün, bir öncekinden daha da artan faşizm ve cinsiyetçilik, kadınlar açısından yaşamın her alanını zorlaştırmaktadır. Yaşananlar, sadece direnen, sistem karşıtı olan, ulusal özgürlük mücadelesi yürüten, devrimci, örgütlü kadınlar değil, bizatihi kadın varlığının kendisiyle ilgilidir. Büyüyen, bilinçlenen kadın varlığı, erkek egemenliğinin panzehridir, kuşkusuz. Fakat günümüzde yaşanan durum bunun çok ötesindedir. Artık günlük-anlık, sıradanlaşan, normalleşen eril tahakküm çığrından çıkmıştır. Bunu iktidarın, siyasetin, ekonominin, sokakta, işte, evdeki erkeğin her türlü hal ve tavrından anlamak mümkündür.
Faşizmin aldığı her türlü karar, attığı her adım kadın düşmanıdır. En son infaz yasasının yürürlüğe girmesinin üstünden henüz 10 gün bile geçmedi. Sokaklara salınan kadın katilleri, istismarcılar, tecavüzcüler şimdiden onlarca suça imza attılar. 4 gün önce bu katillerden biri 9 yaşındaki kızını döverek katletti. Bir diğeri daha önce şiddet uyguladığı için tutuklandığı eşini öldürdü. Bir diğeri sokakta yan baktı diye birini öldürdü. Burada konuya bir ek yapmakta fayda var. Topluma karşı işlenen tüm suçlar, kadına karşı işlenmiştir. Eğer toplumun mayası, varlık dinamiği, özsuyu kadın geleneğiyse, bu topluma karşı işlenen tüm suçları bu kapsamda ele almak, böyle görmek gerekmektedir. Suçun nasıl ürediği veya üretildiği başka bir tartışma konusudur. Fakat en nihayetinde faşizm suçu ve suçluyu yüceltmekle, kadın düşmanlığını gittikçe tırmandırmaktadır. Her geçen gün tırmandırılan savaş, kültürel soykırım, açlık ve yoksulluğu da bu kapsamda değerlendirmeye açmak mümkündür.
Buna karşı kadına umut olacak olan, yasal düzenlemeler, hukuk kuralları mıdır? Şüphesiz bu bir yöntem olarak kullanılabilir. Ama yetmediği ve hiçbir zaman da yetmeyeceği aşikârdır. İstanbul sözleşmesi eğer uygulanıyor olsaydı, bu konuda belki bir nebze caydırıcı olabilirdi. Sözleşme, kadın ve erkek arasındaki hukuki ve fiili eşitliğin sağlanmasını, kadına yönelik şiddeti önlemede anahtar bir unsur olarak benimsiyor. Sadece ev içi şiddeti değil, aynı zamanda kamusal alandaki ( işyerleri, okullar, karakollar, hapishaneler vb. ) şiddeti de yasaklıyor. Yine silahlı çatışma dönemlerindeki şiddeti de kapsam içinde değerlendiriyor. Buraya kadar bir sıkıntı yok. Fakat zihinsel bir değişim-dönüşüm gerçekleşmeden İstanbul sözleşmesinin varlığının pratikte bir kıymeti maalesef yoktur. Bu tıpkı tüm faşist-militarist devletlerin anayasalarında, demokrasinin temel bir ilke olarak benimsenmesine benziyor. Toplum dışı olan hukuk kuralları, kadına yönelik şiddetin, kadın katliamlarının önüne geçemiyor, icraatçisi eril-iktidar oldukça geçemez de…
En yakın, en güncel ve en somut örnekle; Covid-19 döneminde sosyal mesafe ve karantina uygulamalarının bir sonucu olarak kadına yönelik şiddet bir önceki yılın verilerine göre astronomik düzeyde artmıştır. Bunun sebepleri çok kapsamlı değerlendirilebilir, değerlendiriliyor da… Pek çok kadın kurumu, siyasi parti, özcesi kadın özgürlük güçleri bu duruma karşı bildiriler yayınlıyor, oldukça yerinde açıklamalar yapıyor. Fakat göreve çağrılan güçlerin kendisi, yani yargı, hükümet, devlet bu şiddetin birebir faili durumundayken, görev haliyle ortada kalıyor.
Bu görev, bu iş, bu gidişata dur demek yine kadınlara düşüyor. Bizler bin yılların akışından biliyoruz ki, biz bize umut olmazsak, biz bize direniş olmazsak, biz birbirimizle dayanışmazsak var olan olduğu gibi sürüp gidecek. Sorka Âlem ’den, Olympe de Gouges’den, Xafse Xan’dan, Sara’dan öğrendiğimiz, kendine umut olmak, kendindeki umudu çağlayanlarca toplumsallaştırmak ve bu güçle donanmaktır. Evet, hukuki, yasal arayışlar devam etmeli, bu kanallar zorlanmalı, bu alanlardaki kazanımlarımız sonuna kadar korunmalı, savunulmalıdır. Fakat esas yönümüzü vereceğimiz yer direniştir, dayanışmadır. Umut direnişte, umut her birimizdedir.