Ve işte gidiyoruz!*

0
1270

Gidiyoruz işte… Belki de dönmemek
üzere… Ama ağıtlar yakılmasın ardımızdan.
Türküler söylensin, tilililer çekilsin.
Bu gidiş, bir özgürlük yürüyüşüdür. Bu
gidiş aydınlık dolu günlere gebe olan yarınları
kucaklama yürüyüşüdür. Duvarlar
arasında tutsak edilmiş özgür ruhlu yüce
insanların bir nehir gibi bendleri yıkıp
aşan yürüyüşüdür…

Mayıs ayının kutsallığında, bir 18 sabahının
kızıl şafağında koyuluyoruz
yola. Kucağımıza özgürlüğün kızıllığını
doldurarak, gözleri ufuklarda umut bekleyen
analara ve direnişleriyle kendini küllerinden yaratmış
bir halka özgür yarınları müjdeleme şiarıyla…
Yüzümüz doğan güneşe dönük, bizi her zaman
ısıtıcı, aydınlatıcı ve yaşam dolu ışınlarından yoksun
bırakmamış özgürlük kıblemizi; güneşimizi selama
durarak ve yeni bir süreci başlatmış
olmasından dolayı onun fedaileri ve militanları
olarak etrafına aydınlık huzmelerini oluşturmak
niyeti ve amacıyla…
Gidiyoruz işte!
Yüzümüzü özgürlük kıblesine dönüp ve ardımızda
yoktan var edilmiş bir halkı bırakarak…
Bir sabah serinliğinin, o mis gibi ferahlatıcı kokusunda
ve merakında… Bir yaprak
üzerinde kümelenmiş çiğ damlası
gibi sessizce süzülerek…
Ardımızda su dökenimiz yok, bu son gidiş olmasın
diye. Acılarımızdan, hasretimizden ve sevinçlerimizden
dolayı döktüğümüz gözyaşlarının
toprakta kalmış solgun ıslaklığı var sadece. Ki bu
nem, bakir topraklarda sürekli yeni filizleri yeşerten
direniş hamuru gibidir.
Ve işte gidiyoruz… Zozanların buz gibi sularını
son kez kana kana yudumlayarak… Göğüs körüklerimizi
bir kez daha zozanların serin, temiz ve cesaret
dolu havasıyla pompalayarak. Kar
kütlelerinin hemen kıyısında, bazen de incelmiş
karın tam da orta yerinde, bir Berfîn çiçeği gibi
yerden bitercesine…
Gidiyoruz işte, şehit yoldaşlarımızla bir kez daha
vedalaşarak… Arkamız onlara dönük ama bize bıraktıkları
bayraklarını, silahlarını, yarım kalmış
bütün isteklerini, bitiremedikleri sözlerini, bir
bütün umutlarını önümüze katarak, sıkılmış yumruklarımızın
içine gömüp şaha kaldırarak, sert bakışlarımızın
içinde saklayıp gözlerimizi ufuklara
dikerek ve onları yüreklerimizin zirvelerine yerleştirerek
gidiyoruz. Halkımızın kendi gözyaşlarıyla bedenleri
üzerine örtü serdikleri o kahraman
yoldaşlarımızın kemiklerini arkamızda bırakarak,
ama kutsal ülkenin yaratılmasında nasıl yiğitçe
dövüşerek gittiklerini anlata anlata gidiyoruz. Her
ayaz gecede, yönümüzü Kuzey’e her çevirdiğimizde
ve gözlerimizi gökyüzüne her diktiğimizde…
Pırıl pırıl parlayıp göz kırpan o güzelim yıldızları,
o güzelim yoldaşları görme umuduyla…
Ve gidiyoruz işte… Mezopotamya’nın, insanlık
tarihine beşiklik etmiş, toprağa ekilmiş ilk tohumundan
günümüzde insanı bile pazarlayan kokuşmuş
meta kültürüne kadar, tanrıçaların yaratıcı
kültüründen, cennet olarak tarif edilen güzelliğinden,
cehenneme dönüşmüş işgal tabelalarına kadar,
kabilelerin özgürlük ruhunu bir nehir gibi günümüze
kadar getiren direnişlerinden, kendini üç kuruşa
satma düşürülmüşlüğüne kadar, pek çok
maceraya tanıklık etmiş bu toprakların son büyük
isyanının, umut dolu, özgür ruhlu, dik yürüyüşlü
serüvencileri olarak… Maskeli-maskesiz bütün
“tanrıların” tahtını söke söke ve bütün kutsal mekânların
şerbetini herkese ikram ederek…
Gidiyoruz…
Semada, on dördünde bir mehtabın solgun ışıkları
altında, sıra sıra dizilmiş gerilla siluetlerinin o
heybetli görüntüleriyle… Her biri bir dağ gibi görünen,
her biri on gibi görünen özgürlük savaşçılarının,
o sempatik, dimdik duruşlu ve aynı
zamanda cesaret ve bazen de korku salan görüntüleriyle…
Gidiyoruz işte… Belki de dönmemek üzere…
Ama ağıtlar yakılmasın ardımızdan. Türküler söylensin,
tilililer çekilsin. Bu gidiş, bir özgürlük yürüyüşüdür.
Bu gidiş aydınlık dolu günlere gebe
olan yarınları kucaklama yürüyüşüdür. Duvarlar
arasında tutsak edilmiş özgür ruhlu yüce insanların
bir nehir gibi bentleri yıkıp aşan yürüyüşüdür…
Yiğit analarımıza, kucaklarına özgür
şafakları doldurup getirecek gençleriz. Ardımızdan
yalnızca “Önlerine bütün rüzgârları alıp gittiler”
deyin!
Ve… Patikalardan gerilla yoldaşlarımızın mekap
izlerini silmeyin. O izler ki, güzelim ülkemizin bedeni
üzerinde yıllarca süren işgalin, talanın, zulmün
ve katliamların izlerini silip süpüren izlerdir!

  • Egîd Civyan, bu yazısını 2018 baharında Botan’a
    geçmeden önce yazdı.

Egîd Civyan (Vahdettin Karay), Colemêrg’in (Hakkari) Gever (Yüksekova) ilçesine bağlı Civyan köyünde doğup büyüdü. Uludağ Üniversitesi’nde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın düşünce sistemiyle tanıştı. 1995 yılında üniversiteyi terk ederek gerilla saflarına katıldı. 26 yıl boyunca Zagros ve Botan’ın en çetin bölgelerinde, en ön cephelerde savaştı. İdeolojik, örgütsel ve askeri açıdan önemli roller üstlenerek
komutanlaştı. 3 Ağustos 2014’te DAİŞ çetelerinin
Şengal’e saldırmasıyla birlikte Şengal’e müdahale olarak
giden güçlerin komutanlığını üstlendi. Tarihi bir rol oynayarak Êzîdîleri DAİŞ vahşetinden kurtarmayı başaran kişiliklerden
birisi oldu. Gerçekleştirdiği plan temelinde 8 gün içerisinde 150 bin kişinin Şengal Dağı’ndan Rojava’ya aktarılmasını sağladı. 3 yıl boyunca Şengal’de komutanlık görevi yaparak
kentin özgürleştirilmesinde rol oynadı. 2017 yılının ortalarında bir süre Kuzey Sevk-İdare Komutanlığı’nda yer aldı. 2018’in baharında Botan’a geçti ve HPG Komuta Konseyi Üyesi ve Botan Saha Komutanı olarak savunma ve saldırı taktiklerini koordine etti. 11 Eylül 2020’de Botan’ın Masiro alanında işgalci Türk ordusuyla girdiği bir çatışmada
şehit düştü.

Bu yazının kaynağı: Yeni Özgür Politika/PolitikART

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz