İmzasını attığı filmler yurt içinde ve dışında büyük ses getiren Yılmaz Güney’in 36’inci ölüm yıldönümünde O’nu ve sinemasını anlatan kızı Elif Güney Pütün, “Bugün yaşasaydı halkıyla aynı ‘dili’ konuşan bir sinema yapardı” diye belirtti. Asistanı ve arkadaşı Ahmet Soner ise, “Kürt sorununu mutlaka perdeye taşırdı” dedi.
Türkiye sinemasında “çirkin kral” lakabıyla tanınan Yılmaz Güney’in 36’ncı ölüm yıldönümü. Kürt bir ailenin çocuğu olarak 1937 yılında Adana’da doğan Güney, üniversite okumak üzere geldiği İstanbul’da, tanıştığı Yönetmen Atıf Yılmaz’ın desteğiyle sinema sektörüne adım atar.
1959 yılında Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı “Bu vatanın çocukları” ve “Alageyik” isimli filmlerin hem senaryosunu yazan hem de bu filmlerde rol alan Güney, yanı sıra “Karacaoğlan’ın Karasevdası” filminde ise yönetmen yardımcılığı yapar.
OTORİTEYE BAŞKALDIRIYI ÇEKTİ
Sinemanın dışında “Yeni ufuklar” ve “On Üç” gibi dergilere öyküler yazan Güney, bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanıp, 1 buçuk sene hapis cezası yatar. Bu hapisliğin ardından kaldığı yerden devam eden Güney, o dönemde daha çok macera filmleri çeker. Bu filmlerinde özellikle hor görülen, ezilenlerin otoriteye başkaldırısını perdeye taşır. Ayrıca kendisinin yazdığı, Lütfü Akad’ın yönettiği “Haydutların Kanunu” filmiyle süregelen abartısız ve yalın oyunculuğu tam oturan Güney, “Çirkin Kral” lakabını alır.
ISRARLIYDI
Güney, 1971 yılında ise Mahir Çayan’ı ve arkadaşlarını sakladığı gerekçesiyle 2 yıl hapis cezası ve sürgün yer. Fakat cezaevinde kaldığı sürede ısrarla üretimini sürdüren Güney, sinema ve sanatla ilgili fikirlerini; şiir ve öykülerini o dönemde çıkarmaya başladığı ve hala yayınını sürdüren Güney dergisinde yayınlar. Cezaevinden çıktıktan sonra en çok bilinen filmleri arasında yer alan “Arkadaş” filmini çeker. Yine aynı yıl Adana’nın bir ilçesi olan Yumurtalık’ta “Endişe” adlı filmi çekerken, ilçe yargıcı Sefa Mutlu’yu öldürmekten yapılan yargılamalar sonucu 13 Temmuz 1976’da 19 yıl hapis cezası alır. Beş yıl aradan sonra izinli olarak çıktığı cezaevinden firar eder. Firarı da cezaevine girmeden önce çekmiş olduğu “Şeytanın Oğlu” filminde, cezaevinden bir günlük bayram iznine çıkan ve kayıplara karışan bir adamın hikayesine benzetilir.
GERÇEĞİ PERDEYE YANSITIRDI
Bir günlük izin için cezaevinden çıkan Güney, Antalya’nın Kaş ilçesinden Yunanistan’a bağlı Meis Adası’na, oradan da İsviçre’ye geçer. Güney, Avrupa’da olduğu zaman zarfında da çalışmalarını ara vermeden sürdürür. 1976’da Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi’nde tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyanın sinemaya aktardığı son filmi olan “Duvar”ı ise Fransa’da çeker.
SÜRGÜNDE YAŞAMINI YİTİRDİ
Eserleriyle yurt içinde ve yurt dışında ses getiren Güney, toplam 114 filmde oyuncu, 26 filmde yönetmen, 15 filmde yapımcı, 64 filmde ise senarist olarak yer aldı. Hayatının 12 yılını cezaevinde geçiren Güney, 9 Eylül 1984’te sürgün yıllarını yaşadığı Paris’te, yakalandığı mide kanseri sebebiyle yaşamını yitirdi.
Güney’in zengin sanat serüveninin sürdüğü yıllarda yönetmen Atıf Yılmaz’a asistanlık yapan Ahmet Soner, Güney ile yollarının kesişim sürecini, birlikte yaptıkları çalışmaları ve Güney’i anlatırken, kızı Elif Güney Pütün ise babasını, onunla olan ilişkisini ve sanatının dilinden söz etti.
YEMEK YAPARKEN HAYATI ÖĞRETTİ
Hafızasında babasına dair hayatını önemli ölçüde etkileyen anıların kazınmış olduğunu dile getirerek sözlerine başlayan Elif Güney Pütün, hafızasında sürekli tekrar eden sahnelerden bir tanesinin babasının ona yemek yapmayı öğrettiği sahneler olduğu ifade etti.
Pütün, hiç unutamadığı bu zamanları “Yemek yaparken adeta hayatı öğretirdi. Her tarifte bir ‘kıvam’ söz konusuydu, aynı hayatta olduğu gibi. Az pişmiş; yeterince zaman tanımadan bilgi, bilinç ve olgunluğa erişilmez. Çok pişmiş; fazla zaman disiplini yavaşlatır, bekletmek ‘tat kaçırır’ ve dış dünyaya gereken ‘lezzeti’ veremezsin. Böylece yaptığın tüm hazırlık heba olur, çabandan verim alamazsın. Baharat çok gerekli değildir ama yemeğin tadını zenginleştirir; Gösterdiğin sevgi, saygı ve ihtimam, düşünerek aldığın veya yarattığın hediye, hayata ve insanlara verdiğin kıymeti belirler. Yeni tarifler dene; Cesur ol! Cesaret et! Belki ilk sefer başarılı olmayacaksın ama yılma! Tekrar başla, çünkü bir gün uğraşarak, çalışarak tam ‘lezzete’ ulaşacaksın” sözleriyle dile getirdi.
‘ADI GİBİ YILMAZ’DI’
Zaman içinde kişisel olarak yarattığı hayat felsefesinin temellerinin bu sohbetlerle ocak başında pekiştiğini söyleyen Pütün, şöyle devam etti: “Hastalığa karşı verdiği mücadele; inanılmaz bir güç, inanılmaz bir azim örneği. Adı gibi Yılmaz! Babam hiç yılmadı! Hiç kendini bırakmadı!. O tam tamına bir dehaydı. Öngörülü, çalışkan, halkının kalbini okuyan…Sinemasında hiçbir tesadüfe yer vermeyen, bir şiir gibi satır aralarında sürekli mecazi anlamlarla insan bilincini zorlayan, zenginleştiren bir deha. Onu hep omuzlarda taşınan bir kahraman ve hapishanede baklava tepsisini çalıp avuç avuç ağzına tıkan bir fukara olarak görüyorum. Bir de o başını sağa yatırıp, gözünüzün içine bakması yok mu!”
‘HALKIYLA AYNI DİLİ KONUŞAN SİNEMA YAPARDI’
Babasının içerisinde bulunduğu koşulları çok fazla sorun etmediğini dile getiren Pütün, bugün sağlıklı ve özgür olsaydı en büyük derdinin ‘bilinç uyandırmak’ olacağını sözlerine ekledi.
Pütün, “Babam sadece Türkiye değil, dünya çapında yaşanan tüm haksızlıklara, etnik kökenli sorunlara, kadına ve çocuğa şiddet konularına, hatta ve hatta yaşadığı devre çok ‘uyum sağlayan’ ve öngörüsü çok yüksek bir kişilik olduğu için ekoloji, küresel değişim üzerine yoğunlaşırdı. Ayrıca o, her zaman geniş kitlelere ulaşan, ruhlara dokunan, halkıyla aynı ‘dili’ konuşan bir sinema yapardı. Babam bütün hayatı boyunca olduğu gibi halkın, fakirin ve ezilenin yanında olurdu” diye belirtti.
‘KÜÇÜK BİR KİTLE SAHİP ÇIKIYOR’
Pütün, böyle bir insan iken babasının bıraktığı mirasa yeterince sahip çıkılmadığı düşüncesinde. Nedenini ise şöyle açıklıyor: “Gönül gözü-kalp gözü açık küçük bir kitle elinden geldiğince sahip çıkmak için büyük çaba gösteriyor. Önemli olan mevcut eserlerinin koruma altına alınması. Sosyolojik olarak halkımız bugün sınırlı bir kitle dışında, sanatla olan ilişkisinde çok fakirleştiriliyor. Sanat bilinç düzeyi ile yaşanılan, hayata dâhil edilen soyut bir kavram. İnsanlar artık teknoloji bağımlısı, tüketim kölesi, günlük sıkıntılarından kurtulmak için farklı bir ‘mizah’ anlayışı içindeler. Ve ne yazık ki bu büyük kitle içinde Yılmaz Güney hâlâ derinliği anlaşılmamış bir Çirkin Kral. Şimdi ben size soruyorum. Acaba bizim bugünkü kültürümüz Yılmaz Güney mirasını taşıyabilir, aktarabilir mi? Yoksa Yılmaz Güney sadece bir efsane olarak var olmaya devam mı edecek?”
BİRLİKTE ÇALIŞTILAR
Yılmaz Güney ile yollarının asistan olarak çalıştığı dönemde Atıf Yılmaz’ın yönetip, Güney’in de rol aldığı bir filmde kesiştiğini anlatan Ahmet Soner ise, o günleri “67 ve 68 yıllarında Kozanoğlu ve Balatlı Arif filmleri çekimlerinde tanıştık. Daha sonra kendisi yönetmenliğe başladığında birlikte çalışmaya başladık. Yarın Son Gündür, Acı, Ağıt ve Umutsuzlar gibi peş peşe filmler çektik birlikte. Ayrıca en son Yol filminde cezaevindeydi kendisi ve filmin mutlaka gerçekleşmesini istiyordu. Biz de arkadaşlarla o filmin çekimlerini birlikte tamamladık. Sonrasında film yurt dışına gitti, kurgusuyla kendisi ilgilendi. Ardından da Cannes’e katıldı” sözleriyle aktardı.
‘YEŞİLÇAM’DAKİ KALIBA KARŞIYDI’
Güney’in yıllarca asistanlık yaptığını, aynı zamanda imzalı ve imzasız birçok senaryonun arkasındaki isim olduğunu paylaşan Soner, Türk sinemasında yapılmamış, yer almamış tüm şeyleri arkasında imzası olduğunu kaydetti.
Soner, “Çünkü çok iyi tanıyordu. Nasıl çalıştığını, işlediğini çok iyi bilirdi. Yeşilçam’a, o sisteme karşı biriydi. O kalıplaşmış zengin kız-fakir oğlan gibi edebiyata karşıydı. Çünkü kendisi gerçekçiydi. Yaşadıklarını, aile ilişkilerini anlatmaya çalışırdı. Bu başlangıcından beri böyleydi. Umut filmi böyleydi mesela” diye belirtti.
‘YAPAMADIĞI BİRÇOK PROJESİ VARDI’
Buna rağmen Güney’in yapmayı çok istediği ancak ağır sansür baskısından kaynaklı yapamadığı birçok projesi olduğunu ifade eden Soner, “Mesela Kürtçe konuşma yoktu filmlerinde. Çünkü sansürden dolayı mümkün değildi bu. Eğer yapsaydı film tümden yasaklanırdı. Yılmaz Güney bile Kürt diyemiyordu. Ancak yurt dışına çıktığında diyebildi. Artık mahalle baskısı mı, devlet baskısı mı, polis baskısı mı dersin çok zor bir şeydi. Böyle bir çıkış yaptığında yıllarca içerde yatmayı göze alman gerekirdi” dedi.
‘KÜRT SORUNU İŞLERDİ’
Yılmaz için “Bugün yaşasaydı eğer çok iyi işler yapardı” diyen Soner, son olarak şunları ekledi: “Her zaman iyi işler yapacağı belliydi. Yaşasaydı çekemediği projelerini çekerdi. Daha ileriye taşırdı sanatını. Burada yaptıkları zaten dışarıya kadar yansımıştı. Mesela mutlaka Kürt sorununu işlerdi. Siyaset üzerine, sol, Türk solu üzerine film yapardı. Çünkü en iyi bildiği şeyler bunlardı. Türkiye’nin tüm sorunlarını dile getirirdi filmleriyle.”
MA