Yurtseverlik, yaşadığımız topraklarda ilk toprak parçasını ekime açmaktan tutalım, yonttuğumuz birkaç taşla kurduğumuz kulübeleri, ulaştığımız yerleşik yaşamı savunmak ve giderek bunu evin-tarlanın savunulmasından aşiret sahasının savunulmasına ve daha da ilerleterek milliyetin oluştuğu ülkeyi savunmaya kadar yükselterek bir halkın yaşamına sahip çıkmaktır. Burada başlı başına bir toplumsal yaşamın gelişmesi söz konusudur. Yurtseverlik bütün bu tarihsel gelişimden günümüze kadar olan süreci ifade eder. Yurtseverlik uluslaşmaya bağlıdır. Toprağa bağlanarak yerleşik bir yaşama geçmek, yerleşilen alanları savunmak ve orada kökleşerek uluslaşmak, günümüzde sömürgeciliğe karşı savaşmak, ulusal özgürlük mücadelesini her düzeyde geliştirmek, bunun için duygu, düşünce ve çalışmak gibi tarihsel derinliği olan bir mücadeleyi içermektedir.
Biz yurtseverliği, dünya halklarının yaşadığı tanımların dışında ve daha çok ülkeye yönelişin anlamı olarak koymak durumundayız. Türkiye “bölünmez bir bütündür” felsefesi bizim ülkemizde de önemli oranda etkisini gösteren bir felsefedir. “Türkiye ülkesi ve milliyetiyle bölünmez bir bütündür” denilir. Açıkça belirtelim ki, bu diğer azınlıklardan daha çok Kürdistan ulusal gerçekliğinin özümsenmesi için oluşturulan bir maddedir. Kürdistan halkının ulusal değerlerini Türk ulusal değerleri içinde eritmeyi, Türkiye yurtseverliğini tüm Kürdistan yurtseverliği yerine koymayı amaçlar. Nitekim daha ilk okuldan beri hepimize, vatan sevgisi denilince Türkiye sevgisi öğretilir; vatanım tanımla denilince, “üç tarafı denizle çevrili dörtgen biçiminde bir kara parçası olduğu, yedi bölgeye ayrıldığı” söylenmesi öğütlenir. Bir tarih bilinci verilir; ekonomik ve sosyal alanda günümüzde şu kadar gelişmiştir denilir. Bütün bunların amacı, bu “bölünmez bütünlüğü” kafalara şırınga etmektir. Bu daha çok da Kürdistan’ın öznelliğini, yani ayrı bir yurt, ayrı bir halkın yaşadığı bir alan olarak Kürdistan gerçeğini ortadan kaldırmak ve Türkiyelileşmeyi bütün bir saha içerisinde hakim kılmaktır. Bunun bizim açımızdan bir yurtseverlik biçiminde değil, bir uluslaşma değil, bir sömürgecilik biçiminde algılanması gerektiğini söyledik. Bu konuda aslında büyük bir saptırmayla karşı karşıya olduğumuzu, vatansızlaşmanın, yurtsuzlaşmanın, milliyetsizleşmenin yoğun bir baskı ve sömürü ortamında gerçekleştirildiğini belirttik. Bütün toplumsal çözülüşün, ekonomik değerlerden, emeğinden, tarihten ve bir de kültürden koparılışının ve her türlü gerilik ortamına itilişin bu tip bir yaklaşımla, yani Türkiye yurtseverliğiyle ve Türk ulusçuluğunun gelişmesiyle sıkı bir ilişkisi vardır.
Bizim bu konuda kendi değerlerimize sahip çıkmayışımızın, bu asimilasyonu her düzeyde yaşamamızla ilişkisi vardır. Dolayısıyla yurtseverleştirme hareketimizi, yalnız siyasal bir kurtuluş hareketi olarak, yalnız ulusal bir başkaldırı olarak değil, tarihten günümüze kadar toprağa yerleşme, aşiretleşme ve halklaşma süreçlerini de içerecek bir biçimde ele almak, özellikle de kapitalist sömürgeciliğin gelişmesiyle birlikte emeğin kendi toprağı üzerinde üretim araçlarıyla iç ice bir üretimin geliştirilmesinden alıkonulması, göçe zorlanması ve aynı zamanda vatandan koparılması süreçlerini görüp bu süreçlere karşı koymak biçiminde anlıyoruz. Yurtseverlik anlayışına bu temelde yönelmeliyiz. Biz aynı zamanda, hakim ulus emekçilerinin de böylesine bir sömürgecilikten çıkarlarının olmadığını, tam tersine onlarda yoğun bir şovenizmi geliştirdiğini, yurtseverlik ve devrimcilik eğilimlerini şovenizme dönüştürdüğünü, bunun da sınıf mücadelelerine muazzam bir ket vurduğunu ortaya koyduk.
Yurtseverlik, gerçekten ülkeden kolay kolay kopmamayı, milliyeti ne kadar geri olursa olsun onu devrimci tarzda yaşamayı -ki devrimci yurtseverlikten bahsediyoruz- dağına ve taşına sahip çıkmayı, havasına ve suyuna kavuşmayı, bunları bir kutsallık ve ulaşılması gereken bir hedef olarak görmeyi çağa katılımın yurtseverlikten geçtiğini ve bunun da bir mücadele olduğunu anlamayı, vatandan ve değer üretmekten vazgeçmenin aslında önemli oranda toplumsal gerçekten kopmayı içerdiğini ve bunların da gericileşme, her türlü geriliğe alet olma ve kendini yitirme anlamına geldiğini bilmeyi ve bunlara karşı koymayı içerir. Kimliği kazanmanın, ilericiliğin temel kıstası olduğunu ve bunun dışında bir şahsiyet bulmanın imkansızlığını görmeyi şart kılar. Diğer halklarla kurulacak ilişkilerin temeline mutlaka bunu oturtmayı, ne kadar da geri ve ilkel olursa olsun kendi kültürel değerine ve harabelerden de ibaret olsa tarihsel gelişimine sahip çıkmayı gerekli kılar. Şimdi bu konular bizde çok zayıftır. Bizde yaşadığımız toprak parçalan dediğimizde, sadece umutsuzluk ve karamsarlık çağrışımını getiriyor. İşte kendi ana yurdu olarak değerlendirilmesi gereken bu toprakları böyle görenlerin, bırakalım devrimci olmalarım, ilerleme ve kişilik bulma konusunda bile hiçbir iddiaları olamaz. Bizde bu konudaki çözülüş derindir, uzun sürelidir ve bu bizdeki düşürülmüşlüğün en doğru izahıdır da.
Topraktan kolay çözülen, burada değer üretmekten vazgeçen, kendi emeğini binlerce kilometre uzakta yoğunlaştıran kişiler her zaman hor görülmeye layıktırlar. Evet, biz burada çalışan emekçilerimizi kötülemek istemiyoruz. Onlar çok büyük oyunların, baskıların, açlığın sonucu olarak buralara taşınılmışlardır. Fakat bundan çıkarılması gereken sonuç, bütün gücümüzle direnerek yaşantımızın ana merkezine vatan topraklarında yaşamayı koymaktır. Yaban ellerde yaşamayı vatana kavuşmanın bir gerekçesi olarak değerlendirir ve bunu bilerek yaparsak, bu dış alanlarda yaşam ancak o zaman bir anlam taşıyabilir. Aksi taktirde bunu sonuna kadar hor göreceğimizi belirtiriz. Hemen belirtelim ki, yurtseverlik bizde, sıradan çabalarımızdan tutalım zafere kadar giden çalışmalarımızda bütün demokratik ve sosyalist görevlerin temelidir. Ülkeye bağlılık geliştirilmeden ulusal bağımsızlıktan bahsedemeyiz, orada yaşayan halka bağlılık beslenmeden devrimci savaştan bahsedemeyiz. Ve tabii ki, bunu bütün yaşamının merkezine sokmayan bir militanın devrimci görevlerini başarmasından bahsedemeyiz.
Yurtseverlik bizde, TC’yle olan ilişkileri ve çelişkileri içinde ele alınmalıdır. Onunla ilişki ve çelişkileri görülmeli ve doğru bir rotaya sokulmalıdır. Çağla ilişki doğru kurulmalıdır. Bizim çağa savrulmamızın hayırlı bir savrulma olmadığını, ulusal kimlikten koparak savrulmanın çağla bütünleşmek ve gelişmek anlamına gelmediğini, bunun bitirilme ve kozmopolitikleşme olduğunu belirtmek gerekir.
Özellikle hakim uluslar içinde erimenin vatansızlaşma olduğunu ortaya koymak gerekir. Bu, egemen sınıflarımızın en çok içine girdiği bir tutumdur. Onlar, hakim ulusların egemen sınıfların içinde canı gönülden erimeyi bir modernlik olarak görüyor ve yoğunca yaşıyorlar. Onun içindir ki, bunlar vatansız kesimlerdir. Biz bunlara hain işbirlikçiler dedik; aslında bunları yurtseverliğin en azgın iç düşmanları olarak görmek gerekir. Buradan, ekonomik de olsa ulusal değerlerinden bu kadar kendiliğinden kopanların, toprak da dahil olmak üzere mallarına-mülklerine aslında el koymak gerektiği sonucunu çıkaracağız. Vatansızlığın büyük bir suç olduğunu ve diğer uluslarla kaynaşmanın ancak yurtseverlik temelinde olabileceğini ortaya koyacağız. Yurtseverlik olmadan ister sosyalist ülkelerle enternasyonalist temelde, ister diğer komşu halklarla yine özgür ve eşit temelde bir bağ geliştirmek mümkün değildir. Hepsinin merkezine güçlü bir yurtseverlik oturtulmalıdır. Çok yitirilen, aşındırılan bu yanımızı mutlaka ortaya koymak zorundayız. Zaten PKK’nin en önemli bir ilkesel çıkışı da budur.
Rêber APO