ZENC İSYANLARI -1

0
760

Madde-enerji ve hareket bütünlüğünden oluşan canlılığın daha ilk halinden bugüne kadar her bir oluşum, hem evren içinde bir tikel ve hem de kendi anlam gücüyle bir evrenseldir. Yaşam, canlılık, varlık; maddeenerji-hareketin birbirlerini tamamlaması temelinde bir bütünlüğü oluşturdukları kadar evrensel ve tikelin içiçeliğini de barındırır ve yansıtırlar.

İnsan-toplumu tarihini incelerken yaşadığımız anın tarihi ve tarihin de yaşadığımız anı içerdiğini unutmadan, bu tarih içinde yaşanan olay-olgu; varlıkları zaman-mekân-hareket bütünlüğü içerisinde anlamaya çalışmamız halinde ancak doğruya yaklaşmış olabiliriz. Şimdiden kopuk tarih, hikâye-anlatı değerinden öteye gidemeyeceği gibi tarihten kopuk şimdi de, anlaşılabilen bir şimdi olmaktan uzak kalır. Mekânsal anlamda evrenden ve de Dünya’dan kopuk bir yerellik-bölgesellik ile yerel- bölgeden kopuk, her şeyi düz biçimde genelleştiren dünyasallık- evrensellik de aynı oranda anlamdan uzak kalacaktır.

Zaman-mekân ve varlık hallerinin bütünlüğü olan evrende esnek zekâsıyla, farkındalığının farkına varmasıyla insan-toplumu hem evrenin bir parçası ve hem de evrenin özeti olarak kendine has bir evreni temsil etmektedir. Ancak burada insan merkezli bir yaklaşıma düşmemek için şunu belirtmekte fayda vardır. İnsan-toplum doğanın ve evrenin parçası ve özeti olmayı hak ettiği oranda kendisidir; aynı anlama gelmek üzere kendisinde evreni yansıtabilir. Yani insan-toplum, doğal-doğasal; evren- evrensel gelişim seyrine uyumlu olduğu sürece insan-toplum olarak tanımlanabilir ve de kendi anlamını bulabilir.

İnsan-toplumun tarihi ve/veya tarihin insan-toplum bölümü ele alınırken bu tarih kapsamındaki olay-olgu; varlıkların da; yerel/bölgesel- dünya/evrensel bütünlüğü içerisinde ele alınmasıyla doğruya yakınlaşmış olacağız.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Ortadoğu’da Uygarlık Krizi Ve Demokratik Uygarlık Çözümü adlı savunmasında 6. hakikat olarak dile getirdiği “Ben benim, ben evrenim, ben öncesi-sonrası, yakını-uzağı olmayan zaman ve mekânım!” belirlemesi bu gerçeği en anlaşılır biçimde izah etmektedir.

Bütünlüklü tarih anlayışı temelinde evrensel tarihi incelediğimizde Ortadoğu jeo-kültürü (Ortadoğu kelimesi, gerçeği tam ifade etmeme ya da örtme riski taşıdığı için Ortadoğu kavramı yerine -Verimli Hilal- kavramını kullanmak gerçeğe daha da yakınlaştırabilir) insan-toplum tarihi açısından belirleyici bir yere sahiptir. Sosyal bilimin antropoloji-arkeoloji-etnografi- etimoloji-tarih bilim dallarında yapılan çalışmaların sonuçları, insanlığın ortak mirası olan tarihi kalıntılardan öğrenebildiklerimiz ve coğrafyanın da katkılarıyla elde edilen veriler bu gerçeğin kabulünü kaçınılmaz kılmaktadır.

Doğu Afrika rifinden yola çıkan insan grupları binlerce yıllık yolculukları boyunca kendileri için uygun bölgeler aramışlardır. Bu uzun, meşakkatli ve acılı yolculuğun sonuçlarından biri olarak sağ kalabilen insan grupları Afrika’nın kuzeyinden başlayıp bugünkü Hindistan’a kadarki sahayı kapsayan Verimli Hilal bölgesinde yoğunlaşmaya başlamışlardır. 4.buzul döneminin sona erince, bu sahada iklim ve coğrafyanın sunduğu koşullar insan için gerekli barınma, korunma ve beslenme imkânlarını sunmaktadır. Verimli Hilal denilen bu coğrafyanın değişik alanlarında gens-klan ve giderek kabile biçiminde örgütlenen insan grupları göçer, yarı-göçer yerleşik yaşam ve hareket tarzlarıyla binlerce yıllık süreç içinde doğal toplumu inşa etmişlerdir. Ana-kadın öncülüğünde inşa edilen toplumsallık neolitik devrim döneminde zirveye ulaşmıştır. İnsanlaşma ve toplumsallaşmanın iç içe geliştiği bu süreçte insan-toplum zihniyet, anlam ve yapılanmalarıyla kendini bugünlere kadar taşırabilen maddi-manevi kültür değerlerini yaratmıştır. İ.Ö 20.000 ile 3.000 arası zamana tarihlenen bu dönemde iki ana kültür ve dil grubu olarak Semitik dil-kültür ile Aryenik dil-kültür ortaya çıkmıştır.

Kürt Halk Önderi, tarihin bu döneminde hakikatin yaşandığını ve dolayısıyla hakikati bizzat yaşayan toplumun, bir başka hakikat arayışına gerek duymadığını belirtir. Toplum tarihi üzerindeki belirleyici rolü anlamında tarihin anası olan bu dönem politik-ahlaki toplum dönemidir de aynı zamanda. Özellikle neolitik devrimle birlikte kendisini atılım düzeyinde yansıtan kazanımların İ.Ö 3000’lere doğru gasp edilmesi üzerinde kendini var eden devlet ortaya çıkar. Yaklaşık 5-6 bin yıllık süre öncesine tarihlenen devlet, sırasıyla erkek egemen hiyerarşi, hanedanlık, kent, imparatorluk ve en son ulus-devlete kadar farklı biçimlerle kendini bugüne kadar taşırır.

Ahlak, ideoloji, din, tarikat, mezhep, felsefe, bilim, sanat, edebiyat gibi manevi kültür değerleri olduğu kadar peygamber, mehdi, filozof, bilge, derviş, ermiş, askeri komutan, imam, bilgin gibi kişilikler de toplumun özgürlük, adalet, barış, demokrasi arayışlarının sonucunda ortaya çıkmıştır. Yine bu oluşumlar ve kişilikler devlete ve iktidara kaydıkları

oranda da toplum karşıtı, kendilerinin ve kendi söylemlerinin karşıtı haline gelerek toplumun direnişiyle karşılaşmışlardır. İnsan-toplum tarihi, demokratik uygarlık ve devletçi uygarlık olarak adlandırılan iki ana nehir akışı biçiminde seyreder. Verimli Hilal jeo- kültürü, bu iki ana nehrin doğuş yeri olduğu için insan-toplumun evrensel tarihinde belirleyici yere sahiptir. Özgürlük ve kölelik eğilimlerinin, direnişin ve teslimiyetin, kahramanlığın ve hiçliğin, despotluğun ve toplumsallığın bu kadar keskin biçimde bir arada ama aralarında kıyasıya mücadelenin yaşandığı; ama aynı zamanda birbirine dönüşebildikleri, yüce kazanımların olduğu kadar büyük kayıpların ve trajedilerin de yüce yaratımlar kadar ölümün de en kahredici biçimlerinin yaşandığı merkezi coğrafya olması bu gerçeğe dayanır.

Semitik kültür ağırlıklı İbrahimi gelenek ile Aryenik kültür orijinli Zerdeşt geleneği, bir yandan birbirleriyle karşılıklı bir etkileşim halinde olurken diğer yandan da direniş geleneği ekseninde zaman-mekân olgularına bağlı olarak ortaya çıkan tüm ideolojik, düşünsel, felsefik, ahlaki, dini, siyasal, kültürel, ekonomik, askeri akımları ve hareketleri, örgütleri ve mücadeleleri, söylemleri ve eylemleri, inişleri ve çıkışları etkilemişler hatta ondan da öte onlara kaynaklık etmişlerdir. Ancak bu iki ana kaynak gerek İbrahimi ve Zerdüşti gelenekler olarak ve gerekse de etkiledikleri akımlar ve çıkışlar olarak devletçi uygarlık güçleri tarafından kullanılma ve yozlaştırılma durumunu da yaşamışlardır.

Hz. İbrahim’in çoklu tanrı-krallar düzeni ve onun Urfa havzasındaki uzantısı olan Nemrut düzenine karşı çıkışı Hz. Musa’da On Emir ile birlikte kabile devleti yasalarına dönüştürülmüş. Saul-Davut ve Süleyman bu yasalara dayanarak kabile devletini kurmuşlar. Bu kabile devleti kapitalist modernitede onlarca ulus-devlet tanrısına dönüşmüştür.

Neolitik devrim değerlerini ahlak felsefesi biçiminde zaman-mekana uyarlayan, bu yolla devletçi uygarlık güçlerine karşı demokratik uygarlık güçlerine başarılı direnme yolunu gösteren Zerdüştilik, Aryenik kültür ve halklara tarihi çıkışlar yaptırırken kendisinden sonraki özellikle Ortadoğu çıkışlı tüm direnişler ve hakikat arayışlarına, başta Mazdeizm, Mitraizm, Manizm, Alevilik gibi çıkışlara kaynak olmuştur. Diğer yandan Zerdeşt felsefesinin gücünü kendi çıkarları için kullanan ve kastlaşan Mag rahipleri, Mani’nin aydınlığı ve erdemi geri getirme çabalarını bastırma örneğinde olduğu gibi devletçi güçler tarafından kullanılagelmiştir. Yaklaşık 300 yıl ezilenlerin sesi olarak hakikat arayışını sürdüren Hıristiyanlık, din adamlarının Roma devleti ile işbirliği sonucunda resmileşerek devlet ve iktidar aracı olarak kullanılmış ve bunun üzerinden bir karşı Hıristiyanlık geliştirilmiştir.

Hz. Muhammed Semitik kültüre Araplık temelinde yeni bir çıkış yaptıran ama aynı zamanda tüm toplumları kapsama iddiasında olan İslamiyet de,direniş geleneğinin kendisinden önceki deneyimlerinin akıbetiyle karşılaşmaktan kendini kurtaramamıştır. Arap kabile aristokrasisinin önemli bir kısmı gelişen İslam karşısında kendi çıkarlarını korumak için Müslümanlığı kabul etmiştir. Ancak Hz. Muhammed’in vefat ettiği andan itibaren İslam adı altında derhal bir karşı İslam hamlesi gerçekleştirmişlerdir. Daha Hz. Muhammed’in naaşı yerdeyken komployla iktidarı ele geçiren Ümmeye oğullarının başlattığı gelenek Emevi ve Abbasi iktidarları biçiminde sürmüştür. İslamiyet’i yozlaştırıp karşı İslam haline getiren Arap egemen güçleri, Verimli Hilal sahasının hemen her alanında baskı, el koyma, savaş, asimilasyon, katliam, köleleştirme, kandırma, yasaklama, korkutma dâhil her türlü şiddet yöntemlerini esas alarak iktidarlarını tesis ederken, Hz. Muhammed’in sözlerini, eylemlerini, yaşam tarzı ve davranışlarını kendilerine göre yorumlayarak, sansürleyerek, üzerinde tahrifat yaparak aynı zamanda anti Muhammediliği de geliştirmişlerdir. Baskı-şiddet-gasp ve dogmaya dayalı iktidarcı bu karşı İslam geleneği daha sonra Memlûkler, Selçuklar, Osmanlılar ve benzerleri biçiminde sürerken diğer yandan devlet-iktidar güçlerinin “muhalif” olduğunu iddia eden tarafı da Safeviler biçiminde bu geleneğin “farklı” biçimini yaşatmışlardır.

Devletçi uygarlık güçlerinin halifelik kurumlaşmasıyla tekelleşen iktidarlarının baskı, zulüm ve şiddeti karşısında Verimli Hilal merkezli demokratik uygarlık güçlerinin direnişleri, İslamiyet’in çıkışını izleyen ilk yıllardan itibaren ve özellikle 7. yy ile 13. yy arası yoğun ve yaygın biçimde süregelmiştir. Haricilik, Batınilik, Hürremilik, Müslimiye, Alevilik, İsmailîyye, Babailik, Karmatilik ve bunların kollarından olan onlarca akım ve hareket, özünde demokratik toplum ve onun değerlerini savunan hareketler, direnişler ve arayışların zuhurudur. Devletçi uygarlığın zihniyet anlam ve yapılanması karşısında bu direnişler zamanmekan-hareket bütünlüğüne bağlı olarak din, mezhep, tarikat, tasavvuf biçiminde; öncülük yapanlar ise sufi, Mevlevi, derviş, seyit, askeri komutan, âlim, mehdi gibi adlarla öne çıkıp bunlardan bazıları da kendilerini peygamber soyuna dayandırmak zorunda kalmışlardır. Hz. Ali, Ebu Müslim Horasani, Babek, Cafer-i Sadık, Hamdan el Karmati, Muhammed bin Ali, Hallac-ı Mansur, Baba Tahirê Uryanî, Hasan Sabbah, Mevlana Celaleddin-i Rumî, Şehabeddin-i Sühreverdî ve daha birçok devrimci önder ve öncü kişilik bu direnişlerde ortaya çıkmışlardır.

Horasan, Basra, Şam, Buhara, Rey, Bağdat, Ahwaz gibi alanların merkezi rol oynadığı ancak Buhara’dan Yemen’e, Hindistan’dan Anadolu’ya kadar tüm Verimli Hilal ve havzasını etkileyen bu direnişler, kendi zihniyet- anlam ve yapılanmalarını da geliştirmişlerdir. Neolitik devrimle zirveye varan ancak devletçi uygarlıkla birlikte çarpıtılan, istismar edilen, üzeri örtülen, yasaklanan maddi-manevi kültür değerleri bu direnişlerle birlikte

yeniden canlılık kazanmışlardır. Başta toprak, ateş, ışık-aydınlık, bilgelik- hikmet-erdem, ahlak, ortak üretim ve paylaşım, kardeşlik, sevgi, özgürlük ve eşitlik olmak üzere, demokratik uygarlık değerleri bu direnişlerin amaçları, programları, söylem-eylem ve yaşam tarzlarında ortak değerler olmuştur.

Afrikalı kölelerin direnişinin (Zenc İsyanları) yaşandığı dönemin genel özellikleri

Afrikalı kölelerin direnişleri Cezire-Şatt-ül Arap bölgesinde, Emevi-Abbasi iktidarları dönemlerinde 7. yy ile 9. yy arasında gerçekleşmiştir. Ümmeye ailesinden Ebubekir, Ömer ve Osman’ın halifelikleriyle Ebu Sufyan ailesinin ittifakı sonucunda kurulan fetihçi Emevi devleti talan, gasp, yasaklama, katliam, işkence, köleleştirme, fetih başta olmak üzere baskı ve şiddet üzerine yükselen bir iktidar olmuştur. Emeviler döneminde, en ünlüleri Muhtar ül Sakafi, Bihaferid bin Mahfuriddin ve Mazdeki-Hürremiler, Basra civarında Zenc ayaklanmaları olmak üzere birçok ayaklanma gerçekleşmiştir.

Emevi saltanatı karşıtı ve aynı zamanda Hz Muhammed İslam’ına inanmış olan Ebu Müslim Horasanî, Emevi karşıtı diğer güçlerle de ittifak yapar. Bu ittifak sonucunda Horasan’dan Yemen ve Irak a kadar yayılan savaşlarla Emevi hanedanının iktidarı yıkılır. Ebu Müslim’in, iktidarı Abbas oğullarına teslim etme niyeti başta yoktur. Emevi devletini yıktıktan sonra Ebu Müslim, Hz. Ali ailesinden olan Cafer-i Sadık ve diğer iki önemli şahsiyete daha devleti yönetmelerini önerir. Ancak bu kişiler İslamiyet ile iktidarı karıştırmak istemediklerini belirterek teklifi kabul etmezler. Bunun üzerine Ebu Müslim ve ittifakları olan Süleyman Kesir ve Ebu Selma, Abbas oğullarıyla anlaşırlar. Bu anlaşmaya göre ideolojik olarak Cafer-i Sadık ailesinden gelen imamlar söz sahibi olacaklar, devlet idaresi ise Abbas oğullarına ait olacaktır. Bu temelde 750 yılında devlet iktidarı Abbas oğullarına teslim edilir. Ancak devletçi uygarlığın kendisinden ve Emevi hanedanlığından aldıklarını daha da geliştiren Abbas oğulları, iktidarının daha ilk yıllarında gelenin gideni aratacağını göstererek, halkın adalet ve özgürlük arayışlarını katliam, baskı ve şiddetin her türlüsüyle bastırmaya girişir. Bu durumda halk Ebu Müslim ve yoldaşlarına artan bir şekilde umut bağlar.

Abbas oğulları iktidarı ise ilk olarak kendisine en büyük tehlike olarak gördükleri Süleyman Kesir, Ebu Selma ve Ebu Müslim Horasani’yi tasfiye ederler. Devletin ve halifeliğin merkezini Şam’dan Bağdat’a taşıyan Abbas oğulları iktidarı fetih ve talan seferlerini batı ve güneyindeki coğrafyaya yayar. İran’ın ve Kürdistan’ın kuzeydoğu alanlarında köklü olan Zerdeşti- Mazdeki-Maniheist gelenekler nedeniyle EmeviAbbasi iktidarı fazla tutunamaz. İlk yüzyıl içersinde bu alanlarda ciddi bir etkinlik kuramaz. Zaten Emevi iktidarını yıkan Horasan merkezli isyanlarla başlayan, Şam’a kadar yayılan direnişler olmuştur.

Abbasi iktidarı özellikle Ebu Müslim Horasani’nin tasfiyesinden sonra baskı ve zulmünü her alanda sınırsız biçimde artırır. Abbasilerin bu yaklaşımı bir yandan iktidar içi çatışmalara yol açarken, diğer yandan Abbasi İmparatorluğu’nun her yanında toplumun farklı direnişleri ortaya çıkar. Abbasi devlet-iktidarının başlangıcından sonuna kadar Zerdüştlük, Mazdekizm, Maniheizm kaynağından beslenen Alevilik, İsmailik, Haricilik, Batınilik, Karmatilik, Hassasinik gibi hareketler yanında bunlarla bağlantılı El Muqanna, Kızılbaş, Zenc, Karmati, Babek ayaklanmaları en fazla bilinenleri olmak üzere onlarca ayaklanma, ideolojik, politik, askeri, kültürel ve ekonomik direnişler yaşanır.

Afrikalı kölelerin direnişleri: Zenc İsyanları

Zeng kelimesi Farsça da zil, çan, demir oksidi rengi anlamlarında kullanılır. Arapça ile Farsça arasındaki ortak kavramlaştırmalar sonucunda zeng kelimesi zenc biçimine dönüştürülür. Ancak bu isyanlarda söz konusu olan anlam yüklenimi farklılık arz eder. Etiyopya ve Tanzanya başta olmak üzere Arap egemenlerinin Afrika’dan getirdikleri köleleri tanımlamak için kullandıkları ve sonradan giderek kanıksanan bu kelime aslında gerçeğin çarpıtılması ve hakaret içermektedir. Bu nedenle biz zenc kelimesi yerine Afrikalı köle kelimesini kullanacağız.

Dicle ile Fırat’ın birleşip körfeze döküldükleri bölge, bugün Şatt-ül Arap olarak biliniyor. Şatt-ül Arap, Arap suyolu anlamını taşır. 193 km uzunluğundaki bu bölge körfezde yer alan adalarla (Cezire) birlikte tarihsel süre içinde sürekli önemini korumuştur. Alüvyonlu topraklardan oluşan tarım arazileri, taşıma işinde kullanılan kanalları, tuz havzaları, uzun yıllar boyunca çok önemli ticaret ve liman merkezleri rolünü oynaması ve son yüzyıllarla birlikte zengin petrol ve doğal gaz yataklarına sahip olmasıyla bu önemini ortaya koymaktadır. Bu nedenlerle Emevi-Abbasi devlet- iktidar güçleri de diğerleri gibi Cezire ve Şatt-ül Arap denen bu bölge üzerinde hâkimiyetlerini tesis etme ve güçlendirmeyi kendileri için hayati önemde görmüşlerdir.

Verimli Hilal merkezli direniş geleneği, deneyimleri, hareketleri ve eylemleri içinde Cezire-Şatt-ül Arap bölgesi belirleyici önemde olmuştur. Zira Hariciler, Bâtıniler, İsmaililer, Aleviler, Karmatiler, Hanbeliler, Afrikalı köle ayaklanmaları gibi belli başlı hareketler ve arayışlar ya doğrudan bu bölgede ortaya çıkmışlar ve güçlenmişler ya da bu bölge onların ortaya çıkmaları ve güçlenmelerinde büyük role sahip olmuştur. Verimli Hilal merkezli direniş geleneğinden kaynaklı çıkışlar nasıl birbirleriyle yoğun etkileşimde olmuşlarsa, onların bu özelliği bölgede ortaya çıkan ve güçlenen hareketlere ve deneyimlere de yansımıştır. Verimli Hilal’de yaşanan 7-13. yüzyıllar arası dönem incelenirse ortaya çıkan akımların, hareketlerin, isyanların, her türlü demokratik toplum deneyimlerinin birbirlerini nasıl etkilemiş oldukları anlaşılabilir.

Afrikalı kölelerin hareketi, direnişi ve inşa ettikleri demokratik toplum modeli bu coğrafyada 7, 8 ve 9. yüzyıllar boyunca belli aralıklarla gerçekleşmiştir.

Sümer devletinden başlamak üzere devletçi uygarlığın doğayı talan edilmesi gereken bir kaynak olarak görmesi yaklaşımından dolayı Mezopotamya’nın aşağı bölgeleri çölleşmiş, çoraklaşmış ve toprakları tuzlanmıştır. Bu oluşuma bağlı olarak Şatt-ül Arap ve havzasından oluşan bu bölgede de geniş tuz havzaları ve bataklıklar oluşmuştur.

Asur İmparatorluğu’nun başlattığı fetih, vergilendirme, ganimet ve ticaret yoluyla iktidar olma ve gücünü artırma geleneğini Emevi ve Abbasi devletleri de sürdürür. Ancak işgal edilen toprakların kontrol edilmesi ve daha fazla ülkenin işgal edilmesi için daha fazla savaş gücüne, tekniğe, silaha ve paraya ihtiyaç duyarlar. Bu durumda hem devlet-iktidarın çekirdeğine yeni grupları ekleme ve hem de bunlar eliyle yeni sermaye kaynakları oluşturma, toplum üzerindeki baskıyı ve şiddeti daha da ağırlaştırma, toplumu fakirleştirip köleleştirme, direniş girişimlerini gaddarca bastırma; böylece iktidarı derinliğine ve genişliğine daha fazla yayma yaklaşımını seçerler. Yani artık o döneme kadar olduğu gibi sadece saldırma, fethetme, gasp etme, vergilendirme ve ticaret yapma yetmez. Bir de tarımsal üretim ve bunun ekseninde ticaret de artık gerekli görülür.

Bu yaklaşım temelinde Halife Osman bazı değişiklikler gerçekleştirir. Hz. Muhammed’in getirdiği sınırlama olan Kureyş kabilesi üyelerinin Medine dışında toprak satın alamayacakları yasağı kaldırılır. Ardından her türlü alanda ve her türlü koşullarda köle çalıştırılması serbestleştirilir (Hz. Muhammed’e ihanet edilerek karşı-devrimin nasıl gerçekleştirildiği konusunda önemli bir örnek). Bu değişiklikle birlikte Emevi oğulları ve ardından Abbasi oğulları, Arabistan toprakları dışında geniş araziler ele geçirirler. Ele geçirebilecekleri araziler

için en uygun bölgelerden biri de Mezopotamya’nın aşağı bölgesidir. Dicle ile Fırat nehirlerinin birleşip körfeze döküldüğü ve halife Osman zamanında Şatt-ül Osman olarak bilinen ancak daha sonra Şatt-ül Arab diye adlandırılan bu bölge de İmparatorluğun egemenlik sahasındadır. Bu bölgedeki geniş tuz havzaları ve bataklıklar ölü arazi statüsünde oldukları için devlete verilen arazi vergisi de ancak onda bir oranındadır. Her bakımdan şartları uygun gören Emevi oğulları ve daha sonra Abbas oğulları, savaşlarda elde ettikleri ganimetleri takas vererek bu bölgede devlet arazisi olan geniş toprakları mülkleri haline getirirler. Bu şekilde yeni büyük toprak sahipleri, aristokratlar ortaya çıkar.

Ancak bu arazilerden nasıl kazanç elde edilecek? Nasıl tarıma elverişli hale getirilecek? Ne elde edilecek? Bu bataklıkları ve tuz havzalarını kimler tarıma elverişli hale getirecek? İşte, Emevi ve Abbasi devlet-iktidar güçleri nasıl devlet-iktidar eliyle bu arazileri ele geçirdilerse, yine aynı devlet- iktidar gücüne dayanarak bu sorulara da kendileri açısından en kazançlı çözümler üretme yolunu seçerler. Halife Osman dönemine kadar Afrikalı kölelerin kullanılması sınırlıdır. Köleler ev, saray işlerinde ve çok sınırlı sayıda da asker olarak kullanılmaktadır. Çünkü paralı askerlik yapan Türkler ve beyaz köleler bu ihtiyacı karşılamaktadır. J.P. Roux’un belirttiğine göre: “Türklerin askeri niteliklerinin üstünlüğü, kısa sürede anlaşıldı. Arapların, Basra’da seker kamışı tarlalarında çalıştırdıkları Zenci kölelerle, mukayese bile edilemezlerdi. Bu nedenle Türk esirlere ve paralı askerlere istek süratle arttı. Bunlara Arapça da beyaz köle anlamına gelen “Memlûk” denilmeye başlandı.”

Bu nedenle yaygın biçimde köle çalıştırmaya gerek duymuyorlardı. Ancak Halife Osman döneminde köleciliğe dayalı Roma toprak hukuku kabul edilerek kölelerin tarım işlerinde de çalıştırılmasının önü açılır. Böylece ele geçirilen arazileri işletmek için köle çalıştırmayı en uygun yöntem olarak gören Emevi ve Abbasi devlet-iktidar güçlerinin fetih ve talan seferlerinde artık köle ele geçirme de önemli bir hedef haline gelir. Çoğunluğu Tanzanya’dan (Zengibar) olmak üzere Afrika’nın doğusundan, işgal edilen ülkelerden vergi ve savaş esiri olarak alınan, zorla yakalanarak ele geçirilen binlerce köle bölgeye getirilirler. Bu köleler yüzlerce, binlerce kölenin bulunduğu çalışma kamplarına yerleştirilirler. Ayrıca bölgenin yerli halkı olan köylülerin çoğunluğu da topraksızlaştırılarak bu kamplara alınır. (Bu kampların en büyüklerinden, 15.000 kişinin toplandığı çalışma kampıyla Saddam’ın yaptığı ve de yargılandığı kamp aynı yerde yani Dujeyl alanındadır). Kölelerin barınma, beslenme ve korunma koşulları çok kötü olduğu gibi yaptıkları işler de çok ağırdır.

Getirilen köleler bölgedeki arazilerin tarıma elverişli hale getirilmesi işlerinde çalıştırılırlar. Açılan kanallarla bataklıkların suları alınır ve bu suyla topraklar yıkanır. Temizlenen topraklar ise teras haline getirilerek tarımsal işletmeye açılır. Bu şekilde elde edilen arazilerde meyve, sebze, şeker kamışı, pamuk, hububat, pirinç ve daha birçok tarımsal ürün elde edilir. Özellikle şeker kamışı, pirinç ve pamuk gibi ürünlerin yetiştirilmesi ve bunlardan elde edilen ürünlerin kullanıma hazır hale getirilmesi, her aşamasında büyük zorluklar ve sorunlar içeren çok ağır ve zahmetli işlerdendir.

Elde edilen bu ürünler ve ayrıca toprakların temizlenmesiyle elde edilen tuz, Emevi ve Abbasi İmparatorluklarının kontrolündeki ülkelerde ve ayrıca dış pazarlarda satılır. Elde edilen kazançla kereste, altın ile birlikte köle de satın alınarak baskı, sömürü ve zulüm sisteminin çarkları sürekli çalıştırılır. En fazla kazancın elde edildiği ama aynı zamanda en fazla zahmetli olan şeker kamışı yetiştirilmesi işine büyük rağbet vardır (Şekerin geçmişteki durumunu kapitalist modernite döneminde çikolata yaşıyor! En fazla sevilen ve kullanımı yaygın olan çikolatanın ham maddesi olan kakaonun tamamına yakını Nijer’de her yıl onlarcasının öldüğü çocuk kölelerin çalıştırılmasıyla elde edilmektedir). İslam ve hilafet adına işleyen bu sistemde Emevi oğulları ve Abbasi oğulları ile bunların işbirlikçisi olanlardan yeni toprak, bahçe sahipleri ile birlikte yeni tuz, köle, tarımsal ürün, altın ve kereste tüccarları da türeyerek bu sisteme dâhil olurlar. Ancak egemen güçlerin zenginleşmesi ve güçlenmesine paralel olarak bu zenginliğin ve değerlerin yaratıcısı olan köleler üzerindeki baskı, şiddet ve zulüm de bir o kadar artırılır.

Emevi ve Abbasi iktidarlarının zulüm ve baskıyı alabildiğine artırması karşısında, hafızalarında henüz doğal toplum anılarını canlı biçimde yaşayan köleler hiç vakit kaybetmeden ayaklanmalara yönelirler. Kendi toplumlarından ve yurtlarından zorla kopartılarak getirilen Afrikalı kölelerin yaşam biçimleri, ahlaki ve kültürel değerleri ile getirilip içine atıldıkları ortamın yaşam tarzı, dilleri ve inançları tamamen farklıdır. Yalanın, zorun, egemenliğin, zorla çalıştırılmanın, hakaret ve aşağılamanın olmadığı, doğa-toplum-insan arasında belli bir uyumun olduğu; sevgi, saygı, kardeşlik, dostluk, fedakârlık, cesaret, eşitlik, özgürlük, sadakat ve iyilik gibi değerlerin henüz canlı olduğu; az sayıda insanla kurulmuş ama ortak ruhun egemen olduğu klan ve kabilelerden oluşan yaşam tarzından koparılma kolay hazmedilir olmasa gerek. Bir de getirilip içine atıldıkları yerde, dayanılamayacak kadar ağır şartlar altında ölümle yaşam arasındaki farkın olmadığı koşullarda çalışma, değer üretme ancak bunun karşısında insan yerine konmayıp “zenci” denerek (bu kelime kirli, kara, küflü, is, kötü, karanlık kavramlaştırması temelinde kullanılmıştır) akılsız, geri, hırsız, çapulcu vb. tanımlamalarla hakaret edilmeyle karşılaşınca, tabii ki insan olmanın gereği olarak tahammül edemezler ve her gördükleri fırsatta ayaklanırlar.

Afrikalı köleler daha Emevi iktidarının ilk on yılı dolmadan ilk ayaklanmayı gerçekleştirirler. Daha sonra bu ayaklanmalar hem Emevi iktidarı döneminde ve hem de ardından gelen Abbasi iktidarı döneminde tekrarlanır. Alexander Popoviç’in Afrikalı kölelerin ayaklanmaları üzerine hazırladığı The Revolt of AFRICAN SLAVES in IraQ in the 3rd/9th Century adlı çalışmasında belirttiği üzere: “İlk ayaklanma, 689-690 yılları arasında, Emevilerin Irak valisi Halid Musab b. al-Zübeyr zamanında gerçekleşir. Bu ayaklanmada Afrikalı köleler, çalışma kamplarını terk ederler ve gruplar oluşturarak yakınlarında olan çiftliklere baskınlar yaparlar. Ama kısa sürede Emevi askerleri tarafından yakalanarak idam edilirler.İkinci ayaklanma 694 yılında ve bu sefer daha hazırlıklı biçimde gerçekleşir. Afrikalı köleler kendi aralarından adı Abdullah İbn al-Jarud olarak kaydedilen ancak gerçek adı Rabah ( Riyah ) olan birini Şîr-î Zencî yani Zenci Aslanı adıyla seçerek komutanları olarak tanırlar. Emevilerin gaddarlığıyla nam salan Irak valisi El-Haccac zamanında gerçekleşen bu ayaklanma da ancak bir yıl sürebilir ve katliamla bastırılır.”

Afrikalı kölelerin üçüncü ayaklanması Abbasi iktidarının kurulduğu ilk yıllar olan 749-750 de gerçekleşir. İlk Abbasi halifesi ve sultanı olan Abul Abbas al-Saffah zamanında Musul bölgesinde gerçekleşen bu isyanı çok gaddar biçimde bastıran Abbasi ordusu kadın ve çocuklar da olmak üzere on binden fazla insanı katleder.

Afrikalı köleler nefes bile zor alabildikleri koşullarda, tümüyle yabancısı oldukları bir coğrafya ve kültür ortamında Emevi ve Abbasi iktidarları şahsında temsil edilen devletçi uygarlığa karşı sürekli direniş halindedirler. Ayrıca kendi dilleri ve dinleri yasaklandığından bölgedeki dil ve inanç- kültürleri kabullenmek zorunda bırakılırlar. Ancak devlet-iktidarın karşı İslam Sünni yorumunu değil bunun karşısında olan ve direniş geleneğini temsil eden inanç ve kültürleri tercih ederler. Bu temelde peş peşe gerçekleştirdikleri her bir ayaklanmada bir yandan daha öncekilerden ders çıkarırken, diğer yandan Emevi ve Abbasi uygarlıklarını giderek daha fazla tanıyarak hazırlıklarını ona göre yaparlar. İşte bu ayaklanmalar içinde, hakkında en fazla ve tutarlı bilgilerin olduğu ayaklanma 869-883 yılları arası dönemde gerçekleşen direnişlerdir.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here