Ali Haydar Kaytan
Soykırım sözcüğünü sıkça kullanıyoruz. Ama içeriğindeki acı dolu gerçeği bilerek ve tüm dehşetiyle hissederek bu sözcüğü kullandığımız söylenemez. Hele ruhsal planda ve duygu boyutunda bu sözcüğün dehşetengiz içeriğinden çok fazla etkilendiğimizi iddia edemeyiz. Kimi zaman da aynı sözcük bizde esas olarak Hitler rejiminin yaptığı soykırımları çağrıştırıyor. Veya kardeş halkların, Ermeniler ve Süryanilerin uğradığı mezalimi anımsıyoruz. Gaz odalarına doldurulan insanların sistematik bir kırım planı çerçevesinde gaddarca ortadan kaldırılması aklımıza geliyor. “Etnik bir topluluğun sistematik bir biçimde yok edilmesi” olarak tanımlanan soykırım, çoğunlukla fiziksel imha girişimlerini akla getiriyor. Soykırım suçuyla itham edilen Türk egemenleri, bu sözcüğün önüne bir “sözde” sözcüğünü eklemeyi çok severler. Belki ağır gelecek, ancak bizim de Kürt halkına karşı yapılan soykırım uygulaması karşısındaki duruşumuz biraz “sözde” kalıyor. Ne var ki bu soykırım uygulamasının kesintisiz devam etmekte olduğunu düşünürsek, bunun hiç de haksız bir yargı olmadığını kabul etmekte zorlanmayacağız.
Ne soykırıma ilişkin bilgimizin, ne de ruhsal tepkilerimizin Türk egemenlerinin soykırım pratiğini izah etmeye yetebildiğini kesinlikle söyleyemeyiz. Deneyimli bir gazeteci, duyarlı bir belge yazarı ve romancı olan Eduardo Galeano, belki de Latin Amerika örneğinde yerli halkların yok ediliş olgusunu yakından tanımış olmasının sağladığı bilinçle soykırım olgusunu son derece çarpıcı sözcüklerle ortaya koyuyor. “Soykırım planı: önce otu biçmek, hala canlı olan son bitkiye kadar her şeyi kökünden sökmek. Toprağı tuzla sulamak… Sonra otun belleğini öldürmek. Bilinçleri sömürgeleştirmek için onları yok etmek; yok etmek için, geçmişlerini boşaltmak. Bölgedeki tüm sessiz tanıkları, hapishaneleri, mezarlıkları ortadan kaldırmak. Anımsamak yasaktır.” Burada plan düzeyinde ele alınan soykırımın Kürdistan’da neredeyse harfiyen ve hiç sapmaksızın hayata geçirildiği rahatlıkla belirtilebilir. “Otun belleğini öldürmek. Bilinçleri sömürgeleştirmek için onları yok etmek; yok etmek için, geçmişlerini boşaltmak”, Kürdistan gerçeğinde en yıkıcı soykırım uygulamasını ifade ediyor. Zilan yoldaşın kişiliği ve eylemi, böyle bir soykırım uygulamasına karşı yaşamı savunma ve zafere götürmenin adı oluyor.
Önder Apo yaptığı çözümlemelerinden birinde, “en bozulmuş neslin en basit fiziksel üreticileri” diye bir tanımlamada bulunuyor. Buradaki tanımlamada Kürt erkeği gerçekte en bozulmuş nesli anlatırken, kadın da bu erkeğin neslini sürdürmesini sağlayacak basit üretici olarak ortaya çıkıyor. Sınırlı bir gözlem bile bu neslin yapısını anlamamıza yetecektir: Bozulmuş nesil yaşamın anlamından habersizdir; vatansız, kimliksiz, özgürlüksüz, tarihten habersiz, donmuş bir yürek ve silinmiş bir bellekle toprağın üstünde gezinebildiğinde buna ‘yaşamak’ diyebiliyor. En rahatsız edici ve tiksindirici koşullarda kendini en pespaye rahatlığın pamuktan ellerine ve tenekeden yüreğine terk edebiliyor. Kimlik olmayınca ve kimliksizlik sorun yapılmayınca, doğal olarak gururdan da söz edilemiyor. Tarih bilinci ve ulusal bilinç yok olunca, ulusal gurur da yitip gidiyor ve ne yazık ki bu durumda utanç duygusunun yaşanması mümkün olmuyor. Doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ayırt etme yetisini yitirmiş kimsede vicdan yoktur. Vicdan olmayınca, kişi ne utancı ne de gururu yaşayabiliyor. Gerçekte ise böylesi bir tip insan olarak hiç yaşamıyor.
Başka yerde de üzerinde duruldu: Tehcir, yani göçertme, Kürdistan’da uygulanan soykırım pratiğinin önemli unsurlarından biridir ve mevcut durumda düşman tarafından hala ısrarla sürdürülüyor. ‘Kök kazıma’nın bir türü de işte budur. Sürgün; topraktan kopartmak, yaşamın üzerinde yeşerdiği zeminden söküp çıkarmak ve köksüzlüğe mahkûm etmek demektir. Vatan sürgünü olan aynı zamanda insani değerlerin ve yaşamın da sürgünü durumuna düşürülüyor. Bu ikili sürgün olgusu, Kürdistan’da uygulanan Türk soykırımının en belirgin özelliğini oluşturuyor. Böylesi bir soykırım sürecine alınmış insanda ölümün nerede başladığı ve yaşamın nerede sona erdiği tamamen birbirine karışıyor. En sıradan bir doğal fiziksel ölümün bile bir anlamı vardır. Fiziksel açıdan bakıldığında, her doğum aynı zamanda bir bakıma bir ölüm yolculuğudur. Ancak burada söz konusu olan en anlamsız bir ölüm biçimine mahkûm edilmiş olmaktır. Buna kölece yaşam demek bile zordur. Değerli bilim adamı İsmail Beşikçi’nin “Kürdistan sömürge bile değildir” sözleri, Kürt’ün köle bile olmadığı gerçeğiyle aynı anlama geliyor. Kürt insanı, bir kölenin sahip olduğu yaşam düzeyinin de gerisinde, bir örneği daha zor bulunur bir yaşam biçiminin tutsağıdır. En korkunç olanı ise, bu insanın tutsak olduğunu bile bilmemesidir. “Her gerçek ahlaki edim bilinçle düzenlenmiştir. Gerçek anlamda ahlaklı kişiler bilinçli kişilerdir.” Bilmeden yaşamak hayatın posasını yaşamaktır, ahlaksız ve vicdansız olmaya rıza göstermektir.
“En bozulmuş nesil”, kuşkusuz yaşayıp yaşamadığı belirsiz bir kendinden habersiz insanlar topluluğudur; özellikle bu topluluğun erkeğidir. Erkek denilince, aslında hemen akla iktidarın gelmesi gerekiyor. Çünkü hiyerarşik devletçi topluma geçişle birlikte yaşanan tarih, esas olarak erkeğin egemenliğini anlatıyor. Her sınıflı toplumun egemen gücü erkektir. Egemenlik kurmak ya da iktidar olmak, kuşkusuz sadece kadın üzerindeki egemenlikle sınırlı değildir. Elbette egemenliğin bir sınıfsal boyutu da var. Ancak egemen sınıf, esasta erkek egemenliği ile aynı anlama sahiptir. Egemen sınıf içindeki kadının egemen olduğunu söylemek de oldukça zordur. Sınıflı toplum gerçeği, erkek egemen toplum gerçeğidir. Erkek denilince, akla iktidarın gelmesi de zaten bu yüzdendir.
Oysa Kürdistan gerçeğinde bu genel doğrunun pratik geçerliliği kalmamıştır. Kürt erkeği düşman tarafından korkunç bir biçimde güçten düşürülmüş, iğdiş edilip iktidarsızlaştırılmıştır. Bütün iktidar mevzilerinden kovulan Kürt erkeği, Önder Apo’nun deyişiyle ‘karılaştırılmış erkek’tir. İktidar gerçeği muktedir olmayı, kuvvet ve kudret sahibi haline gelmeyi gerektirir. Oysa en değme Kürt erkeği bile, sıradan bir düşman askeri karşısında çaresizdir. Özellikle ülkemizin ulusal diriliş ve direniş tarihi öncesindeki erkeğin durumu tamı tamamına budur. Bu iktidarsız erkeğin kendini iktidar yapabileceğine inandığı tek bir alan kalmıştır: Bu da ailedir. İktidarsız erkek, aile içinde kadın ve çocuklar üzerinde en çarpık bir iktidar biçimine yönelmekte; böyle bir ortamda en iktidarsız haliyle iktidar olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Köle bile olmayan erkek ve böyle bir erkeğin kölesi bir kadın, Kürt’ün trajedisidir. Kürt’ün tükenişini böyle bir aile gerçeği ortamında görmek hiç de zor değildir. Bir özel mülkiyet kurumu olarak aile, genelde bir olumsuzluğu ifade etse de, Kürdistan somutunda Kürt’ün en büyük kördüğümüdür. Kürt’ün kaderi bu kördüğümün mutlaka çözülmesine bağlıdır. Kürt gerçeği bütün çıplaklığıyla görülmek ve köleliğin bile gerisinde seyreden statüsü anlaşılmak isteniyorsa, buradan yola çıkılması şarttır.
Kürt gerçeğinde ihanetin içselleşmesi ve ulusal ve toplumsal bünyeyi acımasızca kemiren kanserden beter bir hastalık haline gelmesi de yine bu gerçeklikle bağlantılıdır. Böylesi bir kurumun işlevi, en bozulmuş bir soyun sürdürülmesini sağlamaktan ibarettir. Tamamen içgüdüsel özellikler taşıyan bu soy sürdürme biçimi canlı doğanın her varlığında rahatlıkla görülebilir. Hayvanlar ve bitkiler âleminde de soy sürdürmeyi sağlayacak mekanizmalar vardır. Susuz arazideki kaktüs, çölün kurutucu özelliğine dayanabilmek için, gövdesinde ihtiyacını giderecek kadar suyu biriktirir. Çorak toprakta yetişen domates türü, toprağa kök salma olasılığını güçlendirmek için içinde bolca tohum çekirdeği barındırır. Çölde yaşayan deve, susuzluğa dayanıklı olmasını sağlayan bir mekanizmanın sahibidir. Bu konuda örnekler alabildiğine çoğaltılabilir. Kürt erkeğinin soy sürdürme tarzı da bir bakıma buna yakın bir düzeye indirgenmiştir. “Çok çocuk yapmak”, bu tür soy sürdürme biçiminin en çirkin yolu olmaktadır. Gerçekte burada ulusal soy sürdürmenin esamisi bile okunmaz. Durum böyle olunca, sömürgeci egemenliğe hizmet edecek bir isimsiz köleler ordusu peydahlanmanın ötesine geçilemez.
Dolayısıyla Kürt kadını “en bozulmuş bir neslin en basit fiziksel üreticisi” konumundan çıkmadıkça, ulusal soy sürdürme düzeyini yakalamak imkânsızdır. Kadının özgürleşme yoluna girmesi ancak böyle bir konumdan tamamen kopmasıyla mümkün olabilir. Bu açıdan kadının kurtuluşu, ülkenin ve ulusun kurtuluşuyla özdeştir. Özgürleşen kadın; özgürleşen vatan, özgürleşen ulus ve özgürleşen erkektir. Zilan yoldaş kadının özgürleşmesinde ulaşılması gereken düzeyi temsil etmekte; bununla da kalmayarak, bu düzeyi yakalamanın emredici gücü olmaktadır. Mevcut gerçekliğin derin bilincine ulaşmadan ve bununla birlikte zapt edilmez özgürlük tutkusu olmadan, böyle bir düzey asla yakalanamaz. Bunun tersi, hızla yaşamın tükenişine götüren en soysuz bir yaşama yol aldırmaktan başka bir sonuç veremez.
Kürdistan’da gelişen devrimin böyle bir zeminde yaşayan toplumun içinden gelen insanla ilerletilmesi zorunluluğu, kendi içinde ciddi zorluklar barındırmaktadır. Belleği oldukça zayıflatılmış ve bilinci sömürgeleştirilmiş birey, umut ve inanç katliamından geçtiği -beyaz soykırım budur- ve kendi gerçekliğine yabancılaştırıldığı için, kendi özüne dönüşü de sancılı olmaktadır. Zilan yoldaşın gerçekte bir öncü devrimciyi anlatan sözleriyle bireyin ölüm uykusundan uyandırılan halka öncülük yapabilmesi için, yüksek bir sorumluluk duygusu taşıması, derin öngörü sahibi olması, büyük cesaret ve fedakârlık sergilemesi kaçınılmazdır. Ancak burada birey, adeta daha başındayken çarpık büyüyen bir ağacın bir süre sonra artık düzeltilememesi gibi, kendi gerçek kökleri ve gövdesiyle bütünleşmekte zorlanmaktadır. Zayıflıklar kendisini sürekli geriye çekmekte, kendi zayıflığını güç kazanmanın gerekçesine dönüştürememektedir. Kuşkusuz insan bir ağaç değildir. İnsan sadece fiziksel değil, aynı zamanda iradi bir varlıktır. İnsandaki azim ve irade, taşı bile eritecek en güçlü silahtır; en inanılmaz olanı gerçekleştirebilir. Bu gerçeği en güçlü bir biçimde kavrayanlar kendilerini pratikte kanıtlamış olan büyük devrimcilerdir. Sema Yüce yoldaş bunlardan biridir. O, “PKKlilik ve PKK ruhu olduğu sürece güçsüz insan yoktur” demektedir. Doğru olan ve pratikte gerçekleşen şey işte budur.