Kürdistan’a ilişkin köklü değişikliklerin gündeme konulduğu 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı aynı zamanda Türk burjuvazisinin doğuş ve siyasal bir güç haline gelerek iktidara yürüyüş yıllarıdır. Türk burjuvazisinin doğuşu daha başında oldukça anlamlıdır. Ama Türk burjuvazisinin iktidar aracı olarak feodalizme karşı mücadele temelinde oluşturulmuş bir devleti değil de nasıl bizzat bu feodal despotizmi kullandığı, nasıl bu feodal imparatorluğa dayanarak halkları zorla baskı altına aldığı, Abdülhamid politikasını nasıl kendisine temel aldığı, Türk burjuvazisinin bir güç olarak Kürdistan’a nasıl yöneldiği, bu gücün siyasal örgütü olan İttihat ve Terakki’cilerin Balkanlar’dan Kürdistan’a kadar tüm halklar ve özellikle de Ermeniler üzerinde, daha sonra Hitler’i bile özendiren soykırımları nasıl gerçekleştirdiği vb. birçok hususun açıklanması bütünüyle Türk burjuvazisinin doğuşu ve iktidara gelişiyle yakından ilintilidir. Türk burjuvazisi köhnemiş Osmanlı devlet aygıtını temel alıp, ona taze bir kan vererek Osmanlı sultanlığının emperyalizmle girdiği işbirlikçilik ilişkileri ile sömürgeci politika ve uygulamalarını aynen devralıp daha da ilerletmiştir.
Gerek emperyalizmle girilen işbirlikçi ilişkiler ve gerekse halklar üzerindeki baskı, sömürü ve imha uygulamalarının Türk burjuvazisinin şahsında daha ileri boyutlara varmasının nedeni, bir yandan gelişen kapitalizmin ve emperyalist güçlerin devlet üzerindeki baskılarının giderek artması, diğer yandan sömürge halkların bir bir kurtulmaları nedeniyle imparatorluğu besleyecek kaynakların kurumaya yüz tutmasına rağmen bir türlü durulmayan halk ayaklanmalarıdır.
İşte Ermeni ve Rumların hemen tümden imhası ve Balkanlar’ın bir kan deryasına dönüşmesinin nedeni budur. Arap toplumu da, koşulları daha farklı ve gerek gelişme düzeyi, gerekse coğrafik alan olarak bir hayli uzakta olmasına rağmen bu barbarlıktan nasibini almıştır.O yıllara dek uğraşıla uğraşıla ve en son olarak da Abdülhamid’in uygulamaları altında kolay yutulur bir lokma haline getirilen Kürdistan ise, Türk burjuvazisi tarafından uygulanan yeni baskı ve tecrit politikalarına sahne olmuştur.Türk burjuvazisinin egemenliğe yükseldiği yıllar aynı zamanda I. Dünya Savaşının patlak verdiği yıllardır.Türk burjuvazisi de bu savaşa ve hem de emperyalist amaçlarla katılmakta gecikmedi ve dünya çapındaki emperyalist kamplaşmada çıkarları onunki ile uzlaşan Alman emperyalizminin yanında yer aldı. Ama çapı böyle bir savaşı kaldırabilecek büyüklükte olmadığından Birinci Dünya Savaşında ağır bir yenilgi alarak, neredeyse tarihten silinmekle yüzyüze geldi.
Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzlerce yıllık kurumlaşması ve emperyalizmle girdiği bağımlılık ilişkileri temelinde ortaya çıkmış ve Türk burjuvazisinin oluşumuna kaynaklık eden çok sayıdaki sivil ve askeri bürokrat, varlıklarını tehdit eden bu durum karşısında, yüzlerce yıllık tecrübe birikimi ve olanaklara dayanarak bir çıkış daha yaptılar. Dünya savaşı sonlarında tam sömürgeleşme tehlikesi karşısında bir ulusal kurtuluş savaşı olarak beliren bu çıkışın ana yönü, yine kendi varlığını yaşatmak için halklar üzerindeki egemenliğin ebedileşmesi ve bunun için yarım kalmış olan tenkil hareketlerinin tamamlanmasıdır. Nitekim başta Ermeni ve Rumlar, daha sonra Kürtler üzerindeki baskı ve imha uygulamaları 1920’lerde giderek yoğunlaştırılmış ve Kürtler bu tarihten itibaren tam bir katliam süreci içine alınmışlardır.
Rusya’da devrimin patlak vermesiyle doğan elverişli uluslararası ortamda ve özellikleri böyle olan bir gelişme sonucu iktidara oturmayı başaran Türk burjuvazisinin, kendi iktidar biçimlerini yaratma yöntemleri de, yine ancak bu sınıfın oluşum özellikleri ile izah edilebilecek son derece gerici niteliğe sahiptir.Örneğin cumhuriyet ve burjuva demokrasisi gibi dünya burjuvazisi ve insanlığın uğruna büyük mücadeleler verdiği, çeşitli programlar ve partiler yaratarak büyük savaşlara atıldığı ülküler, Türk burjuvazisi için sadece M. Kemal’in kafasındaki, kimsenin bilmediği ve en yakın mücadele arkadaşlarına bile yutturulması gereken bir entrikadan başka bir şey değildir. M. Kemal bu gerçeği aynen şu sözlerle dile getirir. “Bir idare biçimi olarak cumhuriyeti düşündüğümde bunu benden başka kimse bilmiyordu. Ve ben bunu açıkladığımda doğan tepkiler yüzünden onu zorla kabul ettirdim.”Türk burjuvazisinin, demokrasiyi ele alış ve uygulama tarzı da aynıdır. O, demokrasiyi uygun bulduğu zaman, uygun bulduğu kadar, uygun bulduğu biçimde ve uygun bulduğu kişilerle yürütür.
Bütün bu ikiyüzlü ve entrikacı yöntemler Türk burjuvazisinin sınıf olarak içinde bulunduğu durumu gösterir. Biz bu konuyu burada daha fazla açmayacağız. Ama burada dikkatle kavranması gereken önemli bir husus vardır; olumsuz diğer özelliklerin yanında Türk burjuvazisinin, yani egemenlik sisteminin en yıkıcı yönünü, sahip olduğu azgın şoven milliyetçilik oluşturmaktadır.Diğerlerini olduğu gibi, Türk burjuvazisinin bu özelliğini de belirleyen, onun içinde oluştuğu objektif ve subjektif koşullar ve gelişkinlik düzeyidir.
Türk burjuvazisinin iktidara yürümesi ve iktidarı elinde tutabilmesi, ister dünya savaşı içinde ve isterse cumhuriyetin ilanı sürecinde olsun, hep egemenlik altındaki ve diğer halklara karşı yürütülen saldırgan ve şoven bir savaş ortamında mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla bu şoven milliyetçilik Türkiye Cumhuriyeti’nin harcını oluşturduğu gibi onun yaşamasının da en temel etkenlerinden birisidir.Her şeyden önce cumhuriyeti yönetenler, İran’da ve Arabistan’da saldırı birliklerini yöneten ve halklara karşı soykırımı yürüten Türk ordu ve çetelerinin komutanlarıdır. Ayrıca Türk burjuvazisi katliamlara rağmen henüz halledilmemiş bir Kürdistan sorunu ile yüz yüzedir.
Bu açıdan açıktır ki yayılma geleneği cumhuriyetin de en temel unsurlarından biri olarak yaşayacak, ülkenin birliği ve bütünlüğü, dini bir ülkü gibi cumhuriyetin temeline kazınacak ve egemenlik altına alınıp da eritilememiş ve yok edilememiş ne kadar halk topluluğu varsa hepsi bu parola altında ezilecektir. İşte bu amaçla 1940’larda Kürdistan’a yeni bir saldırı seferi daha başlatılmıştır. Bu seferki saldırı, isyanlardan temizlenmiş olan bu alanda, Türk burjuvazisinin ekonomik ve sosyal gelişmesi için kaynak yaratmayı hedeflemektedir.
Çok gerici bir burjuva ve kapitalist yaşama geçen ve tüm feodal kalıntıları, gelenekleri kendi kişiliğinde somutlaştıran Türk egemen sınıfları, bir yandan emperyalizmle sıkı bir bağımlılık içine girerken, diğer yandan ise sosyalizm ile çeşitli ilişkiler temelinde gelişmeye çalışmakta idi. Böyle bir özelliği bünyesinde somutlaştıran Türk burjuvazisi sahip olduğu tüm olumsuz özelliklere rağmen o döneme gelinceye dek tamamen güçten düşürülmüş Kürt beylikleri ve kapitalizmin üstünlüğü karşısında eritilmeye, yutulmaya elverişli hale gelmiş Kürt toplumu üzerine ezici bir tarzda yürümek bakımından son derece elverişli bir konuma sahiptir. Nitekim, bu şekilde Kürdistan üzerine yürüyen bu gücün başarıya ulaşması zor olmamıştır. Modern askeri gücüne dayanan bu sınıfın karşısında, Kürt feodallerinin yapacağı pek birşey yoktur. Tarih birçok nedenden ötürü bu yıllarda Türk burjuvazisinin üstünlüğünü ve tamamen işbirlikçileşen Kürt feodal sınıfının fazla direnemeyeceğini yazdığı gibi, Kürt toplumu bünyesinde ise bir milli burjuva sınıfın ve proletaryanın doğmadığını da yazar.
Çok kan dökülmesine, büyük acılar yaşanmasına rağmen, Kürdistan bu yıllarda Türk burjuvazisi tarafından tamamen zapt u rapt altına alınabilmiş, 1940’lara gelindiğinde artık yepyeni bir Kürdistan statüsü doğmuştur. Bu yıllardan itibaren artık Kürdistan’da geçerli olan, Türk egemen sınıflarının Türk ulusçuluğu ve bu ulusçuluğun dayandığı ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel temellerin olduğu gibi Kürdistan’a aktarılması, Kürdistan’ın Türkleştirilmeye çalışılması, üst yapıda aşiret reisleri ve feodal beylerin tümüyle ajanlaştırılması ve Kürt toplumunun giderek kendi ulusal ve toplumsal gerçekliğinden kopartılmaya çalışılması doğrultusundaki çabalardır. Türk egemen sınıfları, Kürdistan’ın geri sosyal yapısından dolayı, adeta vahşi bir hayvanın avına yönelmesi gibi Kürdistan’a yönelecek ve ona saldıracaktır. Ele geçirdiği bu avı bir an önce yutmak ve onun yaşamına son vermek için yoğun çaba harcayacaktır. Ama Kürdistan, Türk burjuvazisi için, adeta bir yılanın evire çevire yutmaya çalıştığı, fakat midesi kaldıramadığı için bir türlü hazmetmeye gücü yetmediği ve bundan dolayı kursağında kalan bir büyük lokmaya veya ava benzemektedir. Türk egemen sınıfları, Kürdistan’ı gerçekten ağzına alır, fakat Kürdistan lokması birçok nedenden ötürü, coğrafyası, ulusal özellikleri ve toplumsal gerçekleriyle Türk burjuvazisinin öyle kolay kolay yutabileceği bir lokma değildir. Yutmaya kalktığında ise akibeti, yuttuğu büyük lokmayı hazmedemeyip, sürekli kusan ve eninde sonunda onu dışarı atmak zorunda kalan yılanınki ile aynı olmuştur. Türk burjuvazisinin 1940’lardan sonraki durumu aynen böyledir. Fakat buna rağmen Türk burjuvazisi günümüze kadar bu isteğinden vazgeçmemiş, işgal ve istilalarından geri durmamıştır.
O, feodal topluma girişte istilacı, işgalci bir güç olduğu gibi feodal toplumun yıkılış sürecinde de büyük bir istilacı, işgalci, ilhakçı ve halklar üzerinde kan kusturucu bir güçtür. Kapitalizmin geliştiği dönemde ise Avrupa kapitalizmi ve giderek emperyalizmin işbirlikçi bir gücü olarak baskı, sömürü, işgal ve istilayı bu sefer de bu temelde geliştirdi. Görülen gerçek odur ki, Türk egemen sınıfları işgal ve istila özelliklerinden tarihin hiçbir döneminde vazgeçmemişlerdir. Çünkü o öyle bir sınıftır ki nereden geldiği veya nerede çıktığı ve nerede duracağı belli değildir. Bir yerde imparatorluk kurar, dağılır, yeniden ilişki kurar, gelişmeye çalışır, faaliyetlerinde sınır yoktur. Örneğin Selçuklu devletinin sınırı belli değildir, nereye kadar uzandığı, ne kadar alanı kapsadığı kesin bilinmemektedir. Anadolu’ya gelir Anadolu Selçuklu devletini kurar, ne kadar halkı katlettiği belli değildir. Balkanlar’a gider aynı şeyi yapar. Yine Osmanlı sultanlığı kurulur, dağılır. Halen Türk egemen sınıfları Orta Avrupa’dan Hindistan’a, Karadeniz’den Yemen’e kadar ucu-bucağı belli olmayan büyük cihan imparatorlukları kurmakla övünür. Bugün mevcut yönetim böyle bir geçmişi ile, günün uyanış ve kapanışını bile maceraperest ve tarihin bu kirli düşünceleriyle açar, kapatır. Tüm bunlarla söylemek istediğimiz, Türk egemen sınıflarının mantığında ve ruhunda saldırı, işgal, istila isteğinin hudutsuz olması ve bunun genişliğine böyle olduğu gibi, derinliğine de böyle olduğudur. Halkların en azgın bir biçimde imha edilmesinden tutalım da, en ince egmenlik yöntemlerine kadar her türlü sömürü, katliam ve imha yöntemlerini bu hudutsuzluk içinde uygular. Bunun karşısında Türk egemen sınıflarının kendisi de en ince bir tarzdaki uşaklıktan tutalım da, en kaba bir uşaklığa kadar her türlü yöntemle çeşitli güçlerin veya devletlerin uşaklığını yaparlar. Geçmişte, feodal dönemde Arap sultanlarının ince bir uşaklığına girmişti. Yine kapitalizmin gelişmesi karşısında başta dirense de, giderek İngilizlerin uşaklığını yapmaya başladı. Günümüzde ise gelmiş geçmiş en barbar, en vahşi, en korkunç ve en “güçlü” imparatorluğun -ABD emperyalizminin- en ince, en alçakça ve en akıllıca bir uşağı rolünü oynamaktadır. Bu açıklamalardan çıkarılacak en önemli sonuç, tarihin Türk egemen sınıflarının ruhuna ve mantığına böylesine bulaşmış, böyle bir mantığı oluşturmuş olduğu, dokularını, damarlarını bu kadar derinliğine atmış olduğudur. Bu anlamda da o, tarihi biraz da bu yönüyle yaşamak zorundadır. Yani bugünkü Türk kapitalizmini ve dış bağlantılarını ve gelişimini ele alırken, bunu derin tarihsel boyutlarından ayırmak mümkün değildir. Bugünkü Türk egemen sınıfları, işte böyle bir tarihi gelişimi olan, Türk egemen sınıflarının en son kalıntısıdır. Açık ki bu bir edebiyat-kültür meselesi değildir. Tamamıyla tarihsel gerçeklere dayanan ve günümüzde de etkilerini sürdüren ekonomik-sosyal amaçları olan bir gerçekliktir. Evet, o her türlü emperyalist sömürgeci saldırıya katılmış ve dünya çapında bunu yürütmüş; kimi zaman bir egemen sınıf olarak, kimi zaman da en sadık ve azgın bir uşak olarak, doğuşundan günümüze dek bu özelliğini sürdürmüştür. İşte, bundan dolayı Türk egemen sınıflarını bu tarihsel kapsam içinde değerlendirmek ve tanımak gereklidir. Özellikle bugünkü işgal, istila ve ilhak emellerini ve Kürdistan’da yürüttüğü kördöğüşünü anlamak istiyorsak, bu sınıfın tarihsel gelişimini ve şekillenmesini iyi bilmek gerekir. Fakat bu, sadece tarihi bir bilinci oluşturmak için değil, Türk egemen sınıflarının karakterinin kavranması için gereklidir. Çünkü tarih, herhangi bir egemen sınıftan daha fazla Türk egemen sınıflarına böyle bir biçim vermiş ve adeta Türk burjuvazisinin şahsında tüm barbarlığını yeniden canlandırarak, günümüzde halklar üzerine saldırtmıştır.
Böyle bir tarihi, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişiminin temelleri üzerinde ve onun bir ürünü olarak doğan Türk kapitalizminin ve Türk burjuvazisinin güncel durumu, bölge ve dünya çapında oynayacağı rolü, iç ve dış ekonomik, sosyal, siyasal ve ulusal özelliklerini biraz daha açmakta hem konumuz açısından ve hem de söyleyeceklerimizin daha iyi anlaşılabilmesi için yarar vardır.Türk burjuvazisinin gerek yapısını ve gerekse amaçlarını anlamamız açısından, günümüz gerçekleri ışığında dünya, bölge, Türkiye ve Kürdistan gerçekliğini de izah etmek gerekmektedir. Çünkü Türk burjuvazisinin bugün içinde bulunduğu ideolojik, politik, askeri ve birçok alana ilişkin yaklaşımları, amaçları bu gelişmelere yakından bağlıdır.