İşte tam şimdi yapmamız gereken Önder APO’nun talimatını uygulayabilme gücünü gösterip öz savunma bilincimizi geliştirme zamanıdır. Bunu başarırsak horozu buluruz. Ya da günümüzün diliyle eğer Batı’da bir Kürt’e saldırı olduysa Amed’de tek bir Türk rahat sokağa çıkmamalı ve evinde huzur içinde uyumamalıdır. Bunu başardığımız gün bu faşist saldırıları kıracağımız gün olur. Ve o faşist Türklerin kendileri bile batıda tek bir insanımıza el uzatma cürretini gösteremezler.
Zınar Doğa
Son günlerde Türkiye illerinde Kürt ailelerine dönük yaşanan saldırılara karşı öz savunmanın gerekliliği bir kez daha ortaya çıktı. Konya, Afyon ve Ankara’da gelişen saldırılarda insanlarımız katledildi ve yaralandı. Türkiye Cumhuriyeti devleti Meclisi kurulduğu 1920 yılından bu yana başta Kürt ulusu olmak üzere Türkiye toprakları içerisinde yaşayan diğer tüm azınlıkları yok sayıyor. Her ne kadar meclisin duvarlarında “egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir” denilse de bu büyük puntolarla yazılmış Türk tarihinin en büyük yalanıdır. Onların millet olarak anladığı tek şey Türklerdir. Aynı zamanda sadece insanı Türk’ten ibaret görürler. Onun dışında herkes ötekidir. Ülkenin bekasına tehdittir. Her zaman yok edilmesi gereken haşeratlardır. İşin özü bu fikir, Türk toplumunun genlerinde yoktur. Çünkü Osmanlı tarihi bunun ispatıdır. 600 yıldan fazla Dünyanın tartışmasız imparatorluklarından olan Osmanlılar İmparatorluk sınırları içerisinde yaşayan hiçbir ulusu ve azınlığı yok saymamış, inkar etmemiş, İmparatorluğun yönetim sistemine göre o dönemin koşullarında belirli haklar vermişlerdir. Verilen hakların karşılığı itaat ve vergidir. Günümüzün Türk devleti iki de bir Osmanlıcılıktan dem vurmasına rağmen Osmanlılar kadar bile değiller. Günümüzün Türk devleti Kapitalist Sistemin toplumu yönetme biçimi olan ulus-devlet anlayışından kaynağını alıyor. Bu ulus devlet biçimi ya da her ulusa bir devlet anlayışı toplumları birbirine düşman etmenin temel nedenidir. Soykırımların da ana sebebidir.
Yine başa dönersek meclisin duvarlarında büyük puntolarla yazılı olan o kocaman yalan sadece Türk etnik kimliğini taşıyanlar için geçerlidir. Dahası Türkiye öyle bir duruma gelmiş ki iktidar olan parti kimse egemenlik de onundur. Yani Türk toplumun kendisine bile ait değildir. Günümüze uyarlarsak anlamı şudur: AKP-MHP faşizminin taraftarı olan her kimse egemenlik de kayıtsız şartsız onundur. Doğal olarak her şeyi yapabilme hakkına da sahip oluyor. Bu faşist zihniyet sahipleri kendisinden olmayan herkesi düşman görüyor. Tıpkı DAİŞ gibi. Aslında DAİŞ’e hakaret ediyoruz. DAİŞ tüm yaptıklarını bu egemen Türk sınıfından öğrenmiştir. Kafa kesmeler, asit kuyuları, faili meçhuller, sokak ortasında insanları bıçakla doğrama, diri diri insan yakmalar, evleriyle birlikte insan yakmalar, tecavüzler, hayvanları yakma… Hatta yakın tarihte kendi askerinin kafasını keserek sırtına koyması DAİŞ’in egemen Türk sınıfından öğrendikleridir.
Ne yazık ki hala bu faşist barbar zihniyetten beklentili olan ve ona tüm bu kötülükleri yapan, farklı bir ulusun ve etnik grupların kökünü kazımak isteyen soykırımcı zihniyeti tanımama durumu var. Hala AKP-MHP iyidir diyenler var. Onun peşinden koşup ona hizmet yarışı içerisinde olan ve arta kalan kemiklerle beslenmeyi amaç edinmiş it sürüleri de az değildir. Bunların başında da ne yazık ki Kürt ulusundan azımsanmayacak bir zümre gelmektedir. Varlığını Kürt ulusunu yok etme üzerinden kuran bu faşist zihniyete ilgi duymak şu anlama gelir: kendi ulusuna, kendi ulusal değerlerine, kendi anasının yaratmış olduğu toplumsallığa, gelenek ve göreneklere, Allah’ın bize bahşettiği dile saldırıp soykırıma ortak olurlar. Karşılığında ise kendisi olmaktan çıkmış, başkalaşıma uğramış , tüm öz değerlerinden yoksun nasıl bir mahlukat olduğu tanımlanmayan varlıklarla karşı karşıya geliriz. Buna en iyi örnek günümüzün KDP’si, KDP çizgisinde olan marjinal gruplar ve AKP-MHP hatta CHP’nin içerisinde yer alan ihanetçi kesimlerdir. Bunlara Kürt demek Kürt’ün değerlerine ve anasına hakaret olur. İçinde bulundukları ihaneti ne yazık ki politik bir çizgi haline getirip bunun üzerinden siyaset ve politika yaparlar. AKP-MHP ve Daiş’ten tek farkları bu politika ve siyaseti Kürtçe yapmalarıdır. Yani bizlere bizim dilimizle saldırıyorlar. Düşmanı tanıma bilincinden yoksun olan bu kesimler Kürt soykırımına en aktif destek veren kesimlerdir. Düşmanın Kürt’ü yok etmedeki umut da bu yaratıkların sunmuş olduğu zeminden kaynaklıdır. İşi fazla uzatmadan günümüze gelelim.
Aslında günümüzün olayları demek yaşanan vahim tabloyu ifade etmiyor. Kürt Özgürlük Mücadelesinin öncülüğünü yapan Önder APO ve PKK’nin tarih sahnesine çıktığı andan itibaren bu vahşet ve vahamet var olagelmiştir. Amed zindanı bunun en somut örneğidir. Onun için kesintisiz bir vahşet tarihi vardır. Tek farkı bazen görünür derecede gündem olmasıdır. Aksine bu vahşet her zaman vardı.
Diz çöktürme planının devreye girdiği tarihten bu yana Kürt’e dair her şeyin yeryüzünden silinmesi için AKP-MHP-DAİŞ faşizmi her türlü saldırı yöntemini devreye koydu. Bu saldırılar hala devam etmektedir. Zaten bu işe başlarken de doğrudan halk hedeflendi. Örneğin Gar, Suruç, Amed katliamları bunun başlangıcı oldu. Ardından kendilerini bu saldırıdan korumaya çalışan Kürt halkının evleri başlarına yıkıldı. Öz yönetim direnişlerinde halka her türlü vahşet uygulandı. Annelerin cenazelerin bir hafta yerde kaldı. Cizre’de kadın, çocuk ve gençler diri diri yakıldı. Amaçları netti: Özgürlük mücadelesine gönül veren ya da hala Kürtlüğünden vazgeçmeyenleri her türlü barbarlığı yaparak ibreti alemlik durumlar yaşatacaklardı. Her gün adliyenin önünde oturan ve adalet talep eden Emine ananın feryatları tüm bu yaşananların özetidir. Ne yazık ki biz bu düşman gerçekliğinden ve düşmanın bize yaptıklarından hala gereken dersleri almış değiliz. Sanki bu faşist zihniyet düşmanımız değilmiş gibi Türkiye metropollerinde kendimizi güvende hissetmenin gafletini yaşıyoruz. Hala uzman çavuşlar ve polisler aşk adı altında kızlarımıza tecavüz edip ya öldürüyor ya da ölmelerine sebep oluyorlar. Celladına aşık toplum derler ya işte bu söz bizi özetliyor. Maalesef biz hala celladımızı tanımıyoruz. Celladımıza aşık olabilmenin gafletini yaşayabiliyoruz. Bu celladın görevinin bizi yok etmek olduğunu ne zaman öğreneceğiz? Daha kaç Gülistan Doku, Deniz Poyraz ve adını anamayacağımız kadar genç kızlarımızın ölüm haberlerini duyacağız. Cennet ülkemizi yoksullaştıran ve yaşanmaz hale getiren ve bizi aç bırakan bu faşist zihniyetin taraftarlarına daha ne kadar mevsimlik işçi olarak hizmet edip saldırılara uğrayacağız.? Daha dün Afyon’da, Ankara ve Konya’da yaşanan bu linç ve katletme politikaları ne zaman bizi kendimizi korumaya sevk edecek? Daha ne zamana kadar düşmanın bize bir şeyler vereceği beklentisi içerisinde olacağız? Yani düşmanı tanımamız için daha kaç Hakim Dal’ın barbarca katledilmesi gerekiyor?
Aslında bunun cevabı bellidir. Birincisi Kürt olduğumuzu bileceğiz. Kürtlüğümüzden utanmayacağız. İkincisi düşmanımızı tanıyacağız. Yüzyıllardır bu düşmanın bize yaptıklarını hep hatırlayacağız. Unutmayıp unutturmamalıyız. Kendi ülkemizin dışındaysak birlik olmayı bilmeliyiz. Yani örgütlü olmalıyız. Konya’da, Afyon’da, Rize’de, Trabzon’da veya İstanbul’da ve adını söyleyemeyeceğim birçok yerde Kürtler birbirleriyle dayanışma ve birlik içerisinde olmalı. Birliktelikten güç doğar. Bu güç halkımızın kendisini öz savunma konusunda geliştirmesine doğal katkıda bulunur. Herhangi bir saldırı durumunda öz gücüne dayanarak örgütlü bir refleks geliştirdi mi nerede olursa olsun kimse halkımıza saldırma cesaretini bir daha gösteremez. Fakat o kocaman kentlerde birbirinden bihaber ve birbiri ile ilgili olmayan, sorunlarını ve dertlerini birbiri ile paylaşmayan kendi aralarında örgütlenme bilinci geliştirmeyen herkim olursa olsun her zaman saldırıların odağı olur. Çünkü kendi yurdundan kopmak demek mülteci olmak demektir. Mültecinin de ne yazık ki günümüz dünyasında hiçbir hakkı yoktur. Kendimizi kandırmayalım. Ha Konya ha Amed demeyelim. “aynı ülkenin vatandaşıyız, aynı haklara sahibiz” böyle bir şey yok ve mümkün değildir. İsteyen deneyebilir, Sakarya’da Kürt ulusal değerlerini Amed’deki gibi temsil etmeye çalışsın, sonuçları ortaya çıkar. İşte bunun için öz savunma gücünü tüm çevremizde örgütlememiz gerekir. Eğer bize Konya’da bir saldırı olduysa Amed’de on misli cevap verebilmeliyiz. Bir Kürt ailesi Afyon’da saldırıya uğruyorsa Şırnak ve Mardin gibi yerlerde hiçbir Türk o gün sokağa çıkma cesaretini göstermemeli. On misli karşılık verebilme bilinci gelişmeli. Bu bilinç gelişmezse bu saldırılar artarak devam edecektir. Bu konuda Kürt ulusunun güzel bir örneği var. Bu hikayeyi burada paylaşmaktan gurur duyarım. Hikaye aynen şöyle: bir gün çocuğun birisi koşarak babasının yanına gelmiş “baba baba horozumuz kaybolmuş” der. Babası ona “oğlum git horozu bul der. Çocuk umursamaz. Bir horozdur deyip geçer ve peşine düşmez. Aradan bir süre geçer, yine babasının yanına koşarak gelir: bu kez de tavukların kaybolduğunu söyler. Babası “oğlum sen git horozu bul” der. Çocuk babasının aptal olduğunu düşünür. “Ben tavuklar kayboldu diyorum, o hala horozdan bahsediyor” diye düşünür. Bunu da umursamadığı için daha sonra ailenin başka şeyleri de kaybolur ve her defasında babasına anlatır. Babası da her defasında ona horozu bulmasını söyler. Kısacası üzerinde epey bir zaman geçer, çocuk ne horozu bulur ne tavuğu ne de başka bir şeyi. En son telaş içerisinde yine babasının yanına gelir. Bu sefer de “baba kız kardeşim kayboldu” der. Babası yine sakin bir şekilde oğlum git horozu bul der. Çocuk öfkelenir, babasına bağırıp çağırmaya başlar. “ben sana namusumuz gitti diyorum sen hala horozdan bahsediyorsun” der. Babası da öfkelenir ve ona şöyle der: “sen horozu bulmayana kadar hiçbir şeyi bulamazsın. Namusunu da bulamazsın ve daha çok şey kaybedersin. Oysa ilk gün horozun peşine düşseydin şimdi hiçbir şey kaybetmeyecektin”. Bu hikayeden de anlaşıldığı gibi biz Kürtler bir şeyi kaybettiğimiz yerde ve zamanda aramalıyız. Kürt’e dönük bu faşist soykırımcı saldırıların başladığı ilk gün tavrımız örgütlü bir öz savunmaya dayalı olsaydı şu an bu durumların hiçbiri yaşanmamış olabilirdi. Ne yazık ki herhangi bir TC metropolünde halkımızdan birileri saldırıya uğradığında biz hep bunu ferdi olarak algıladık, refleks vermedik. Bundan cesaret alan düşman aralıksız bir şekilde hep bize saldırmaya devam etti. Oysa biz ilk gün ve ilk yapılan saldırıya örgütlü bir öz savunma bilinciyle cevap verseydik ne İzmir’de Deniz Poyraz ne Ankara’da Kürtçe şarkı söylediği için öldürülen genç ne Afyon’da aileye ırkçı saldırı ne de dün Konya’da Hakim dal vahşice katledilmezdi. Şuna gerçekten inanalım: para kazanmak ve maddi birikimden daha önemli olan o da öz savunmadır. Öz savunmamız güçlü olmadığı sürece kazanacağımız bütün maddi imkanlar tek bir saldırıda yok olup gider, üzerine can da veririz. Fakat öz savunmamız güçlü oldu mu emeğimiz ile kazanacağımız tüm maddi imkanlar da kalıcılaşır. Buna en iyi örnek son dönemde yaşanan Kobanê Savaşıdır. İnsanlar güzel evler inşa etti. Maddi olarak çok güzel şeyler elde etti. Ne yazık ki Daiş saldırısı karşısında yeterince örgütlü olmayan toplumumuz tüm bu varlığını kısa bir süre içerisinde yitirdi. Hem de o halkın gözleri önünde yerle bir edildi. Önder APO bu duruma çok öfkelendi. Süt, çocuk bezi ve jeneretör yerine yani şehrin alt yapı sorunlarından çok öz savunmaya ve Devrimci Halk Savaşı’na yoğunlaşmamızı istedi. Yani bize gerekli olanın maddi imkan ve olanakların olmadığını tersine öz savunma bilincinin olduğunu defalarca söyledi. Hatta doksanlı yıllarda Önder APO metropollerde faşistlerin ve hizbulkontranın Kürtlere yönelik saldırılarına ilişkin şunu diyordu: “eğer sizden bir öldürüyorlarsa siz de onlardan on öldürün.” İşte tam şimdi yapmamız gereken Önder APO’nun talimatını uygulayabilme gücünü gösterip öz savunma bilincimizi geliştirme zamanıdır. Bunu başarırsak horozu buluruz. Ya da günümüzün diliyle eğer Batı’da bir Kürt’e saldırı olduysa Amed’de tek bir Türk rahat sokağa çıkmamalı ve evinde huzur içinde uyumamalıdır. Bunu başardığımız gün bu faşist saldırıları kıracağımız gün olur. Ve o faşist Türklerin kendileri bile batıda tek bir insanımıza el uzatma cüretini gösteremezler. Ya da Cizre’de, Batman’da o adı uzman çavuş olan it sürüleri kadınlarımıza ve genç kızlarımıza el uzatma cesaretini gösteremezler.
Şunu unutmayalım; her canlının var olmasının temel nedeni ve varlığını aralıksız sürdürmenin sebebi öz savunmadır. Bir ceylan bile kendi yavrusuna kurt tarafından bir saldırı oldu mu canı pahasına yavrusunu korumaya çalışır. Bu bir çok hayvan için böyledir. Hadi kendimizden öğrenemiyoruz diyelim. Çok ilgi duyup belgeselini izlediğimiz hayvanlardan ne diye öğrenmeyelim? Düşmanın psikolojik üstünlüğünü kırmanın da tek yolu budur. Yani Kürt halkının örgütlü tavır sahibi olmasıdır. Halkımızın yiğit genç ve kızlarının bu tavrı sergileyeceklerden de şüphe duyulmamalıdır.
Son olarak öz savunma bilincini örgütleyelim. Bize yaşam hakkı tanımayana biz de tanımayalım, bize bir vurana biz de on vuralım. Ulus olarak bunu yapacağımızdan emin olmalıyız.