Almanya’nın Hanau kentinde 19 Şubat 2020 günü ırkçı (Neonazi) bir kişi tarafından göçmenlere ait olan iki ‘Nargile Bar’a saldırı yapıldı. Yapılan açıklamaya göre de bu saldırılarda içerisinde üçü Kürdistanlı olan 9 kişi yaşamını kaybetti. Olayın faili olarak açıklanan kişi ise polisin baskın gerçekleştiği evde annesiyle birlikte ölü bulundu.
Katliamın ardından da Kürtler, yabancı işçiler ve göçmenlerle birlikte Almanyalı sosyalist, devrimci, demokrat ve yabancı düşmanlığı karşısında duyarlı olan çevreler harekete geçtiler. Yaptıkları gösterilerle yaşanan bu ırkçı faşist saldırıyı protesto ederek göçmenlerin yanında olduklarını gösterdiler. Almanya devleti emniyet teşkilatının ırkçı-Nazi çalışmalarına dair bilgi sahibi olmasına rağmen müdahalede bulunmamış olmasını eleştirmişlerdir.
Bu şekilde ağır bir itham altında olmasına rağmen, gerçekleşen bu katliam karşısında Almanya devletinin resmi temsilcilerinin yaptıkları açıklamalarda ürperti yaratan o soğuklukları bir kez daha gözler önüne serilirken, TC devletinin adına yapılan açıklama ve yalaka, yandaş medyanın ilgisi ise göstermelik bir yaklaşım olmaktan öteye geçmedi. Bu yönüyle de daha önce Almanya’da ırkçı, faşist Neonazi grupların saldırı ve kundaklamaları sonucunda yaşanan TC devleti kimliğini taşıyan insanların uğradıkları zarar ve can kayıpları karşısında takındıkları tutumla karşılaştırıldığında dikkatleri çekti.
Farklı ülkelerde kendini sağcı, muhafazakar, milliyetçi vb. kimliklerle tanıtan, yine ırkçı, faşist, din istismarcısı olarak bilinen örgütlerin, grupların, partilerin ekseriyetinin devletler tarafından kuruldukları, kullanıldıkları ve buna göre rol sahibi kılınan birer provokasyon örgütleri olarak tanımlandıkları bilinmektedir. İpleri kimin elinde ise onların gösterdiği hedefe doğru saldırmış, efendilerine hizmet etmişlerdir. Hatta örneklerinde görüldüğü gibi, çoğu zaman birçok güç ve devlet tarafından kullanılmışlardır. Büyük bir ihtimalle Hanau’daki katliamı gerçekleştirdiği iddia edilen kişi (veya kişilerin) de böyle bir kimliğe sahiptir.
Katliam Almanya’da gerçekleşmiştir. Hedefinde olan da genelde yabancı işçiler, göçmenler ve özelde ise Kürtlerdir. Bu yönüyle bir tesadüf olmasa gerek. Avrupa’ya taşırılan bir Kürt kırımı olma özelliğini de taşımaktadır. Soykırımcı TC devletinin istihbarat ve kirli işler masası rolünü oynayan MİT’in uzun süredir birçok hazırlıklar içerisinde olduğu da bilinmektedir.
Almanya Federal Cumhuriyeti hükümeti ve TC devleti arasındaki ilişki bir sır değildir. Almanya’nın daha önce vatandaşlarının DAİŞ tarafından Türkiye’de katledilmesi karşısında içerisine girdiği tavizkar tutum ise aralarındaki ilişkinin niteliğini ortaya koymaktadır. Neredeyse TC devleti ne istemişse, Almanya hep veren konumunda olmuş ve kendini onun suç ortağı haline getirmiştir. Kürtler karşısındaki tutumu da bundan başka bir şey değildir. Avrupa’da PKK ve Kürt karşıtlığı konusunda Almanya devleti hep başta yer alıyor olması, daha farklı düşünmenin önünde engel oluşturmaktadır. Hanau katliamı da her yönüyle bu doğrultuda yapılacak olan yorumlara açık kapı bırakmaktadır.
TC devletinin başı olan faşist şef R.T. Erdoğan her fırsatta Almanya devletini tehdit etmekten geri kalmamaktadır. Son süreçteki Almanya ve onun üzerinden Avrupa Birliği devletlerinde istediğini almak için “göçmen” sorunu ve DAİŞ tehdidini sürekli olarak gündemde tutmaktadır. Suriye ve Libya’daki çaresizliğini, ABD ve Rusya ile olan ilişkilerinde yaşadığı çıkmazı ancak bu şekilde aşabileceğini düşünmektedir.
5 Mart’ta da R.T. Erdoğan; Merkel, Putin ve Macron’la görüşecektir. Böyle bir görüşmede elinde kullanabileceği kartı (göçmen sorunu) güçlendirmek ve neler yapabileceğini yeniden göstermek istemektedir. Tam da böylesi bir süreçte Hanau katliamı gerçekleşmiştir.
Hanau katliamını gerçekleştiren Neonazi ise ölmüştür. Ortada soruşturulacak ve yargılanacak kimse de kalmamıştır. Bu yabancısı olunmayan, daha önce izlenilmiş olan bir filmi hatırlatmaktadır. 9 Ocak 2013’de Paris’te katledilen üç kadın devrimci: Sakine Cansız’ı, Fidan Doğan’ı, Leyla Şaylemez’i katleden Ömer Güney de tutulduğu cezaevinde ölmüştü. Böylece onun da yargılanması mümkün olmamıştı. Oysa bu katliama dair MİT’e ait yayınlanan belgelerde Ömer Güney’in talimatı verenlerin kimler olduğu çok açık bir şekilde yazılı bulunuyordu.