Hayata küsmüş tanıdık genç bir insana mektup… -2

0
1179

“Haklı olarak devrimci öfkemizi ayaklandıran bir olay olduğu için değinmek gerekirse, bazılarının söylediği gibi “Parti Önderliği’nden icazet almıştır, bu kutsal bir olay olduğuna göre biz nasıl karşı durabiliriz” denilmemelidir. Kim Parti Önderliği’ni böyle anlamak istiyorsa, o en büyük örgüt suçunu işlemektedir. Parti Önderliği bir “Nakşibendi” tarikat reisliği değildir ki; “Halifesi ben oldum, herkes de gelsin benim müridim olsun” denilsin. Biz proletaryanın kolektif örgütçüleriyiz ve bize bağlı olan ilişkilerde bu temeldedir. Bir halife sultan ilişkisi, bir amir-memur ilişkisi, bir tarikat reisi ile mürit ilişkisi değildir. En başta kendimiz, her sorunda en sıradan arkadaşların yanında tartışır, görüşlerini alır, ortak eder, ondan sonra yürütmeye geçeriz. Bu bizim Önderlik geleneğimizdir. Kemal Pir’in, Mazlumlar’ın, Hayriler‘in söylediklerini hatırlayalım, onlar bir insanı ikna etmek için “Gerekirse 300 saat tartışırız” derler. Kısaca Parti Önderliği’nin sorunlara yaklaşımı açıktır.” (Abdullah ÖCALAN – Ocak 1985)

Abdurrahman ÇADIRCI

İşte sorunun can alıcı noktalarından birisi burada yatmaktadır: Özgür insan-bilinçli takipçi gerçeği, kafayı ve yüreği yormayı, doğruyu anlayarak kavramayı ve bunu gönüllüce-istekle hayata geçirmeyi gerektirir. Bu ciddi bir efor sarf etmeye denk düşer. Mürit gerçekliği ise, tam tersine aklı ve yüreği tembel tutup, hayat karşısında pek bir sorumluluk duymadan sorgusuz sualsiz bir şekilde tanrısallaştırdığı kişinin dediklerine körü körüne inanarak bilir bilmez hayata geçirmek demektir. Yani her açıdan gerçekte bir ‘ucuz’ olmaya ve emek silikliğine, daha doğrusu ‘kayıp irade ve kişilik gerçeği’ne, hatta bazı konumlar açısından ‘hiç doğmamış/var olmamış bir irade ve kişilik gerçeği’ne tekabül eder. Diğer yandan, çağdaş lider olmak, karşısında bilinçli takipçileri olduğunu bilerek bunun için zihin ve beden enerjisi açısından en azami çabayı gösterip, en doğru ve başarı vaat edene ulaşıp bunu yoldaşlarına aktarmayı ve onları bu konuda inandırmayı, güven vermeyi içerir-ki onlar tarafından uygulamaya geçirilsinler-, bu ise, genelde insanlık, özelde o dava karşısında hayli kapsamlı bir yüksek sorumluluk ve çaba düzeyine denk düşer. Oysa tarikat şeyhliği, tersine, ciddi bir efor sarf etmeden ucuz bir şekilde ‘göklerin hiç şüphe götürmez ve karşı konulmaz buyrukları’ diye ‘tanrı saçmalıkları’nı en kaba bir ‘peygamberlik hokkabazlığı’ ile biat etmiş müritlerine en kolay bir şekilde ‘naklederek’ onları et ve kemikten bir robot gibi harekete geçirir. İlgili romanda belirtilen bir örnek kabilinden de olsa, Hasan Sabah yanına gelen kişiye gücünü göstermek için, bir müridini çağırarak hiç bir açıklama yapmadan, hiç bir neden belirtmeden – oradaki uçurumu gösterip – sadece ağzından çıkan iki kelime ile ona “Kendini buradan at! der ve beriki tamamen sessizce aynı saniyeler içinde denileni yapar. Aslında burada-günümüz DAEŞ militanlarında olduğu gibi-insanları çok vicdansızca bir aldatma sonucu, diğerlerinin de – deyim yerindeyse – çok ahmakça bir çıkarcılık neticesinde, bu atlayışla ‘cennet’e gitme hesabı devreye girer. Yani özünde yine çıplak fedakârlıktan uzak bir şekilde bir nevi çıkarcılık vardır: Cennetin o muhteşem güzellikteki gerçek yaşamına kavuşma! Oysa Çağdaş Lider, tilmizlerine kavratmak ve onları ikna etmek için binlerce saat yoğunlaşıp konuşur, Kemal Pir o nedenle der ki, “Birisini ikna etmek, kazanmak için gerekirse 300 saat konuşuyorduk!”, yine günümüz PKK komutanlığı bir eylem öncesi savaşçılarıyla saatler, günler süren toplantılarla onlara planlamayı anlatır, konuşur, görüş alır ve ortak sonuç temelinde hep birlikte gerçekte ölümün değil yaşamın üzerine yürürler: sonuç almak için, başarmak için, ölmemek için! Bir DAEŞ militanı ucuzca dünya yaşamından vaz geçiş, zavallı bir cennet yaşamı menfaatçiliği ile, savaş/eylem pratiğinde yaşamda kalıp başarmanın beyni ve yüreği, bedeni harekete geçirici o müthiş etkeni pek olmadan kendisini deyim yerindeyse kolayca ölüme atarken, bir YPG-YPJ (PKK) militanı bunun tam tersine, savaş/eylem anında yaşamda kalıp başarmanın o muazzam etkisi ile tüm bedenini olağanüstü bir şekilde çalıştırıp sonuç alır. Ama bu esnada ölüm anı mecburen gelip çattığında ise hiç bir şüphe ve tereddüte düşmeden genelde insanlık çıkarları ve özelde kendi ülke ülküsünün menfaatleri için, çırılçıplak bir fedakarlıkla,  dünya döndükçe “ben insanım” diyenlerin anılarında ölümsüzlüğe kavuşacağına olan inancıyla ölümün o sonsuz buzul karanlığına gideceğini bile bile altının ortasında beklenen ‘kurşun çiçeği’ni açtırır. 

Bunun felsefesi iki kitapta dile gelmiştir:  Hitler faşizmine karşı Moskova önlerinde direnen sosyalist yurtseverler bu kahramanlıklarını anlattıkları kitapta “Askerler savaşa ölmeye değil, yaşamaya gider,” demişlerdir;  çok eski tarihten beri de Sun Tzu “Savaş meydanında yaşamak isteyen ölür!” diyerek kalan yarıyı tamamlamıştır.  Bu ikisi birbiriyle çelişmez, aksine tamamlar ve şu felsefenin özünü oluşturur:  Bir savaşçı, savaş meydanına indiğinde her an ölebileceğini göz önüne alarak bu yürüyüşü yapar,  eğer bunu yapmaz, aksine savaş gibi kanlı bir olaya “Kesin ölmeyeceğim, mutlaka yaşayacağım!” mantığıyla girerse, bilir ki, o psikoloji ona fazla bir başarı getirtmeyeceği gibi, ölümünü de çabuk hazırlar.  Ama aynı zamanda bunun tersi yönde olarak, savaş sahasında “İşte nasıl olsa öleceğim!” anlayışıyla kendisini kolay bir ölüme kesin götürmez, aksine azami bir yetenek ve çabayla yaşar kılıp mümkün olduğunca çok düşman karşısında en uzun sürede göz kamaştırıcı başarı sonuçları almayı hedefler; savaştan yaşayarak çıkarsa bu en iyisidir, yok eğer zorunlu bir şekilde ölüm ona doğru yaklaştığında bunu Che Guevara’nın ünlü “…ölüm hoş geldi, sefa geldi!” sloganıyla karşılar.

Yani bizim burada dile getirmek istediğimiz ‘yaşam-ölüm ikilemi’ndeki felsefemiz; büyük eylemci Kemal Pir’in tarihe mühür gibi çakılan şu ünlü aforizmasında çok çarpıcı ve öz olarak dile getirilmiştir: Biz hayatı, uğruna ölünecek kadar seviyoruz!

Gerçek diyalektik bu olması gerekirken, Özgürlük Hareketi’nin saflarına bile ‘ölüm felsefesi’ni farklı yollardan olduğu gibi, sanat kulvarlarından da dayatmak isteyenler var. Şehit Rustem Cûdî üzerine yapılan bir klip buna bir örnektir. Orada “Şehadet çi qes şîrîn e!” diye bir belirleme/stran sözü var. Aslında bu klip ilk yayınlandığında ilgili yetkili kurum tarafından söz konusu yerin düzeltilmesi amacıyla yayını durduruldu. Ama bu ancak 20 gün kadar sürdü. Sonra yerel/bölgesel diyebileceğimiz bazı yetkili yerler tarafından belli gerekçelerle yeniden herhangi bir değişiklik yapılmadan aynı biçimde yayına sokuldu. Gerçekte, hangi gerekçe bu stran sözünde görüldüğü gibi gençleri/savaşçıları ölüme davet eden bir klipin tekrar yayına sokulmasına zemin olabilir ki? Söz konusu klip bu sözleriyle deyim yerindeyse ölüm felsefesini işlemekte ve savaşanları bir nevi ölüme yatmaya çağırmaktadır. Yapan sanatçının niyeti ne olursa olsun önemli olan sonuçtur. Ölüm hiç bir zaman tatlı-şirin, güzel bir şey olabilir mi? Ama zorunlu olarak gelen şehadet onurlu bir son olup, kişiler açısından bir kutsallık merhalesidir. Sorunu böyle koymak varken, kendine sanatçıyım diyen biri tarafından durmuş olduğu yerden, hem de sanat adına, her gün, her saat insanların, savaş alanında çarpışan genç dimağların beyninde döne döne bir nevi “ölmek çok şirin, güzel! Koşun bu ölüme, koşun!” diye onları ölüm felsefine davet etmek ne kadar sorumlu ve insani bir tutumdur? Tekrar belirtelim ki biz niyetleri tartışmıyoruz burada. Kaderin cilvesi olacak ki, Rüstem Cudi arkadaş vefatından iki yıl önce dağda, “Bizde sanat adına bazen öyle şeyler yapılıyor ki kimilerince, hazır tekstler ve müzik formları sazla birlikte elde bekleniyor, bir şehadet olayı doğduğunda sadece o savaşçının ismi yazılarak bir ‘stran’ meydana getiriliyor,” demişti. Yanlış anlaşılmasın, biz şimdi bu sanatçı aynı şeyi yapmıştır demiyoruz-söz konusu stranbêj arkadaş kendine göre hayırlı bir hizmet yaptığını da açık ki düşünmüş olabilir-ama dile gelen önemli bir anekdot olduğu için buraya aldık.  Aynı kültür-sanat anlayışı değil midir ki, belki de hayatında müzik üzerine doğru düzgün iki makale bile okumamış, ama kendisine sanatçıyım diyen birilerinin eline kaldığı için, dağın firuze yüreğinden kopup gelen harikulade stran, şiir kliplerinin – hem de hiç bir gerekçe göstermeden – Özgürlük Hareketi’nin görsel kurumlarında yayınlanmasının önüne geçip kitlelere ulaşmasını engellerken, nerdeyse bütün Ortadoğu’yu dolaşıp her kesime ve Arap şeyhlerine müzik hizmeti veren, sonra da her seferinde bize dönen ya da Barzani’den Beşar Esat’a kadar menfaat için ‘Ulu Başkanım!’ diye övgüler dizen kişileri “büyük Kürt sanatçısı” olarak öne çıkarıp kliplerini gece gündüz yayın organlarımızda döndüren? Belki denecektir ki, ne yapalım onlar da geçim sorunu için o hizmeti veriyor ya da diğeri özeleştirisel yaklaştı; tamam bunlar elbette dikkate alınacak şeyler, ama korumamız gereken ilkeler de var ve bu önemlidir: Yani herkese hak ettiği yeri-konumu ve değeri vermek!

Yine yüzyıllardan beri süre gelen hurafe ve saptırmalar, öyle ki aynı zamanda bize “ölenle ölmeyi; hasta olanla yatağa düşmeyi; ve tutsak olanla hayatı kendine zindan etmeyi salık veriyorlar. Köhnemiş dinsel etkilerden biri de budur. Oysa bizim yaratıcı felsefemiz tam bunun tersidir. Eskiden beri “Ölenle ölünmez!” diye atasözü olarak boşuna söylenmemiştir. Çağdaş Lider, enternasyonalist devrimci Haki Karer’in yıldız yolcuğuna çıkmasından sonra kendisi de koca bir hareketi ölüme yatırmadı ya da Türk Solu gibi duygusal ve tepkisel bir biçimde intiharvari çıkışlarda bulunmadı; aksine akıllı ve soğukkanlı bir şekilde onun anısına koca bir parti geleneği yaratarak özgürlük mücadelesini başarıyla taçlandırdı; ve “ilk yoldaş”ını bu görkem üzerinde yaşattı; yoksa onu da davayı da ölümün ıssız terk edilmişliğine atmadı. Yine tutsak düşenlerin acısını yaşıyorum, diye kendini ölü/tutsak bir yaşam içinde dinciler gibi marazi bir çile/acı çekmeye bırakmadı; aksine yaşama daha özgürce ve neşe-moralle ve dolu dolu sarılarak her türlü araç-gereçten sonuna kadar yararlanıp büyük gerilla gerçeğini ortaya çıkarması sonucu zindandakilerin idam edilmelerinin önünü aldı ve onlar için özgürlüğün kapısını araladı.

Yani ölenle ölünmez, kaybedilenlerin yüzyıllık yasını tutuyorum diye insanlık çürümeye terk edilmez güzel arkadaşım, bilakis aynı zamanda onlar için de hayata daha güçlü bir şekilde sarılınır, daha dolu dolu yaşanır, insanlığın günümüze kadar yarattığı her türlü ortak değer birikiminden daha genişçe yararlanılarak hayat daha canlı, daha üretken ve daha kazanımcı kılınır; ve bu temelde işte esas olarak ölenlerin anıları amaca ulaşmış olarak hakkıyla yaşatılır, kaybetmekte olduğumuz hasta veya tutsak biriyse onlar için kurtuluşun yolu döşenir veya bu bir ayrılık olayıysa vuslatın madeni ışıkları ufukta parlar. Kısacası, ölenle ölmek, hasta olanla yatağa düşmek ve tutsak olanla hayatı kendine karanlık bir zindan haline getirmek yerine, yaşama daha bir dört eller sarılarak yitirdiklerimizin anılarını daha büyük ve dolu bir yaşamın kaynağı haline getirip onları gönlümüzün tahtına oturtarak bu parıldayan hayatı birlikte yaşamak; öleni yaratılacak harikalarda ölümsüz kılmak, hasta ve tutsaklar için hayatın özgür kapılarını yeniden açmak yapmamız gereken en doğru ve insani yaklaşımdır. Bunu yaparken de, her yeri geldiğinde acılarımızı tazeleyerek onları anmak unutulmaması gereken bir yüceliktir.

Açık ki, hayata böyle yaklaşmak, belirttiğimiz yanlış yaklaşımlardan arınmış olarak onu çok yönlü yaşayıp büyük başarıların sahibi olmak her insanın hakkı ve onur görevi olmalıdır. Dedik ki, bunun için önemli olan da zekâ ve yürek yetkinliğidir. Dünyada birçok kadın ve erkekler bu özellikleriyle her işi başarmış ve kendilerini bir yerlere getirmişlerdir. Bunun dışındaki şeylerle başarı arayanlar ise ya baştan kaybetmiş ve ezilip bir tarafa atılmışlardır ya da en başlardaki kısa süreli başarının ardından tekrar düşüş ve kaybetmeyi yaşamışlardır. Ama dünya ve tarihe bakalım, Sokrates’ten Büyük İskender’e, Spartaküs’e, “Kadına darağacına çıkma hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır,” diyen Olympe de Gouges’e; Clara Zetkin’den,  Einstein’a, Picasso’ya, Hayatın Nazlı Kızı Zilan’a ve Altın Hilal’in Çağdaş Lideri’ne kadar tüm önemli ve hayat başarısı olan insanlar bunu hep akılları ve yürekleriyle yapmışlardır; her önüne geleni dinleyip onun etkisinde kalma değil de kendi doğrularını oluşturarak bunu başarmışlardır. Hatta bazı açılardan çok dezavantajlı olanlar bile akıl ve yüreği birleştirerek bunu sağlamışlardır. Bir Napolyon çok kısa boylu olmasına rağmen, aklı ve yüreğiyle dünyayı fethetti; Kleopatra bazı tarihçilere göre aslında ‘güzellik’ hanesinde ciddi eksiler olmasına rağmen cazibesi ve aklıyla kendini tarihin en ünlü kadınlarından biri haline getirdi; Roza Luxemburg ayağındaki fiziksel yetersizliğine rağmen unutulmaz bir abide haline geldi; günümüzde Stephen Hawking, beyninin zihinsel faaliyeti dışında tüm sinir sistemi felçli ve tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğu halde çağımızın en büyük bilim adamı oldu ve insanlığa büyük bir ışık halindedir varlığı; yine bir Martin Luther King, genç yaşta olmasına ve en önemlisi de siyahi kimliğine rağmen yetenekleriyle Amerika’da tarihin sayılı kişiliklerinden biri olarak öne çıkıp kendi adına gün kutlanmaya başlandı; ve Kalplerin Kıymetlisi, küçük ve yoksul bir köyden yola çıkan bir genç olduğu halde o muhteşem kişiliğiyle tarihin en dehşetengiz hareketlerinden birini yarattı ve şimdi küçük bir adada dört duvar arasında tutsakken Ortadoğu ve dünyayı çalkalayan gelişmelerin imza sahibi oluyor.

Mektubumu sonlandırırken toparlayarak diyorum ki,

Hayat böyle işte güzel insan!

Hayatı tanımak, sevmek ve onu yaşamanın sana verilmiş bir hak olduğunu bilerek doğru bir şekilde dört elle hayata sarılmak, bunun için yürek ve aklı birleştirmek, “tanrı vergisi” fiziğini de ne abartarak ve ne de küçümseyerek, en mükemmel olacak şekilde onu yürek ve akılla birleştirip topyekûn bir güç halinde yaşamanın ve başarının üzerine yürümek… İşte yapılması gereken budur…

Ve en önemlisi de hayatı yaşamak; yani onu “Bu benimdir; benim hakkımdır!” deyip kendi psikolojinde, ruhunda yaşamaktır… Bunun için de başta şu gelmektedir;  hayatı güzel ve bunalımsız, dolu dolu geçirmek için, güzel şeyleri tespit edip ve doğru, iyi şeylerin ne olduğunu kendince kararlaştırıp ve de kendi gerçeğine göre en uygun olanın ne olduğun bulup bunları düşüncede yaşamak… Zira aslında insan bir düşünce olayıdır; düşüncesinde ne ise odur, onu hayatta,  pratikte yaşar her kişi. Mevlana yüzyıllarca öncesinden demiş bu gerçeği:

“Dostum sen düşünceden ibaretsin
Gerisi et ve kemiktir
Gül düşünürsen gülistan
Diken düşünürsen dikenlik olursun

Ne düşünürsen O’sun sen!

Can konağını aramadaysan cansın

bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin
Şu nükteyi biliyorsan işi biliyorsun demektir: 

Neyi arıyorsan O’sun sen!”

Düşünce ve psikoloji çok önemlidir. İşte sen aklında kendin için neyin üzerinde yoğunlaşır, ister, ben şunu istiyorum ya da ben şuyum, buyum, şu olmalıyım bu olmalıyım dersen ona doğru yönelirsin; kendini giderek o zannedebilir, onun etkisine girip o olmaya doğru gidersin. Bir katilim dersen katil, bir ahmağım dersen ahmak, bir hiçim dersen bir hiç, melek gibi bir insanım dersen o olma kaderiyle karşılaşabilirsin. Başarılıyım dersen başarmaya doğru, kaderim kötü hiçbir şey olamayacağım dersen gerçekten bitip tükenişe doğru yol alırsın. İşte bu nedenle güzel şeyleri, mantıklı şeyler olmayı, başarılı ve etkin bir profil çizmeyi ve kendi gerçeğin neyse o olmayı düşünüp hayatı kendin için güzelleştir ve kazan, diyorum. Bunun için şansın da var: Çünkü seni anlayan, dinleyen ve yardım eden güzel ve akıllı insanların arasındasın, herkeste bu şans da yoktur. Bu şans senin için çok önemlidir, unutma! “Ve bunu iyi kullan,” diyerek sana hayatta başarılar ve güzel günler diliyor, “Kal sevgimle, kal dopdolu bir yaşamla!” dileğinde bulunup yine Mevlana’nın bu konudaki ünlü sözünü anlamlı bir hediye olarak gönderiyorum: 

“Yalnızlığın en kötüsü, seni anlamayanların arasında kalmaktır.”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz