Küçük bir aydın grubunun, fikir hareketi olmaktan çıkıp ülkeye serpilen tohumlar haline gelebilmek için, sömürge ülke metropollerinden Kürdistan’a hareket edişinde, yola çıkanların en başında yer alanlardan birisi de Haki KARER’di. Haki KARER, gerçekten de çok az insan yüreğinin ve bilincinin gösterebileceği bir büyüklükle Kürdistan Bağımsızlık Mücadelesinin yaratıcılarından biri oldu. Eğer O, enternasyonalizmin soylu bir örneği, büyük bir insan olmasaydı, basan umudunun yüzde bir bile olmadığı bir dönemde herşeyini ortaya koyarak en başta ve hem de koşullan hakkında fazla bir bilgi sahibi olmadığı ülkemiz topraklarına doğru yola çıkmazdı. Ama bilimsel sosyalizmin basan vaadeden özelliği, halkımızın somut yaşam koşullanma ortaya serdiği gerçeklerle birleşince, hangi ulusa mensup olursa olsun dürüst bir devrimcinin görmezlikten gelemeyeceği ve bunun gereklerinin yapılmasından vazgeçemeyeceği bir durum da ortaya çıkıyordu. Sözkonusu olan tarihsel bir andı; ve bu ana tarihsel bir karşılık vermek gerekiyordu. İşte, böyle bir karşılığı verenlerin başında Haki KARER gelir.
Bu niteliğiyle mücadeleye giren Haki KARER, ülkemiz için Marksizmin hava ve su kadar gerekli olduğu bilinci ve bu bilincin getirdiği büyük azimle, çok az kişinin cesaret edeceği devrimci düşünce ve pratikle yüklü olarak yola çıkar. O, daha 1975’de attığı bu adımla nasıl bir tarihsel rol ile karşı karşıya olduğunun bilincindedir. Bu bilinçle, Kürdistan’ın çeşitli yerlerinde en zahmetli bir yaşam içinde, gruplaşma pratiğinin başlatılmasına ön ayak olur. Fikir hareketinin başlatılmasına ön ayak olan Haki KARER, böylece, gençlik hareketinin ülkede oluşumuna da katkıda bulunmaktaydı. O, Kürdistan’a bağımsızlık ve özgürlük uğruna Marksizm-Leninizmin taşırılışının, buna cesaret edilişinin anlamını çok iyi biliyordu. Ve bu göreve enternasyonalist temellerde yürümenin yaratacağı sonuçların da farkındaydı. Ama Türk sömürgeciliği ulusal sorunda başvurduğu vahşi yöntemlerle ne kadar tehditkar ise, doğruların da aynı tehditkarlıkla, onunla mücadele edici özellikleri vardır. Doğru insan odur ki, bu özellikleri temsil edip, onlann savaşımını yürütebilsin. Haki KARER, böyle bir savaşın yürütücüsü olarak yola çıktı. Çok kısa denilebilecek bir zaman kesidi içinde Batman, Ağrı, Adana ve Antep’te başarılı grup faaliyetlerini yönetti. Dilini hiç bilmediği halkımızın özlemlerini dile getirdi, ilk ışıklan taşıdı. Onun en sağlam ve en güvenilir dostu oldu. Öyle ki, çok kısıtlı bir zaman süresi içinde bile, karşılaştığı, tanıştığı, tartıştığı birçok kimse sonradan Hareketimi/in en değerli militan ve dostları oldular.
1977’ye doğru gelindiğinde, Hareketimiz, ülke somutunda gruplaşma pratiğinin önemli bir evresini yaşamış ve hatta bu evreyi yeni bir aşamanın basamağı haline getirmişti. Ama henüz bu noktaya tam ulaşmış da değildi. Düşman, bu komployu düşünür ve uygularken tam zamanını seçiyordu. 1977 grup pratiği, ülkemiz için geçerli olan siyasetin ne olacağını, aydın-gençlik ve halkımız tarafından hangi siyasetin tutunacağını kanıtlar gibiydi. Yani kısaca, fikir kuvvetinin maddi bir güce dönüşüm şansı çok fazlaydı. Sömürgeciliğin, Kürdistan için ulusal sorunun kolay kolay devrimci temellerde gelişeceğine pek inanmadığı sosyal-şovenizm ve yerli reformist milliyetçiliğin de ulusal sorunda en az o kadar umutsuz olduğu; ama Marksizm-Leninizm’le sonuç almanın kendini kanıtlar gibi olduğu bir anda, açık ki sömürgecilik ilk komplosunu gerçekleştirmekten geri kalmayacaktı.
Bu komploya bugün bir kez daha bakıldığında görülmektedir ki, düşman hedefini rastgele seçmemiş, yıllardan beri uyguladığı usta bir taktiğini hayata geçirmiştir. Bu provakasyon, grup hareketinin en seçkin önderlerinden birisinin imha edilmesi, ama bunun da ötesinde enternasyonalizmin en seçkin örneğinin katle dilmesiyle, halklarımız arasında kurulmak istenen köprünün uçurulması, grup içinde büyük bir güvensizlik ve şüphecilik havası estirilerek ve grup pratiğinin önü bıçakla kesilir gibi kesilerek, gelişmenin engellenmesi amaçlarını taşıyordu. Düşman, devrimci gençlik hareketimizin sağlıklı bileşimini bu biçimde törpülemekle, grup hareketimizin önemli oranda felç olacağını ve daha ciddi boyutlara ulaşmadan önünün alınabileceğini düşünüyordu. Katletme olayı bu amaçla gerçekleştirildi.
Bu katletme olayında ister bilerek, isterse bilmeyerek yer alanların gerçekten güdülmüş olduklarını bugün çok daha iyi anlamaktayız. “Sterka Sor” adı altında ve sosyal-emperyalizm sahtekârlıklarıyla ortaya çıkan oluşumun daha sonraki pratiğine bakıldığında, Dersim, Antep ve ülkenin hemen her tarafında temsilcilerinin Genel Kurmayca himaye edildiği görülmekte ve bu katletme olayının nasıl bir planla gerçekleştirildiği çok iyi anlaşılmaktadır. Bu anlamda, Haki yoldaşın katledilmesi, 1977’de Hareketimizin nefes borularının kesilerek, 78’e doğru yol almaması için vurulan bir darbeydi. Aynı zamanda enternasyonalizme darbe vurularak, o zamana dek süren azgın sosyal-şovenizmle yüklü bir ortamda halklarımız arasında bağımsız-özgür temellerde devrimci dayanışmanın kurulmasının önüne geçilmek isteniyordu. Yine, Marksizm-Leninizmin bağımsızca özümsenmesi ve pratiğe aktarılmasını kendi şahsında birleştiren militan devrimciliğe darbe vurulması amaçlanıyordu. Eğer plan tam yürümüş olsaydı, tüm bunlar sonuç vermeyecek amaçlar da değildi.
Ama her zaman hâkim sınıfların mantığında körlük ve hesaplarında bir yanlışlık vardır. Bazen bir şehidin akan kanı bir sel gibi ülkeye yayılır, küçük bir kıvılcım gibi çakarak bozkırı tutuşturur, bazen sürekli yol gösteren, sönmeyen bir meşale olur. Bu anlamda, Haki’nin yeri, Parti ve ulusal direniş mücadelemizde sonderece belirgindir. O’nun toprağa düşmesi, her hangi bir şehit olma olayı değildir. O, ölümüyle bile çok güçlü gelişmelerin yaratıcısı, itici gücü oldu. Tarihte en az umut bağlanılan bir davanın ilk şehidinin anısına gösterilen bağlılıktandır ki, bugün çok gelişmiş bir hareket durumuna ulaşıldı. Haki KARER’in anısına duyulan bağlılık, bir şehidin gerekirse bir savaş gerekçesi haline gelebileceğinin en görkemli kanıtlanandan birisidir. O’nun anısına, abideleşmiş bir kurtuluş hareketi sunmaktan başka hiçbir yol olmadığı anlaşıldığı içindir ki, düşmanın “bir daha nefes bile alamazlar” iddiasına karşılık görülmemiş bir direniş örneği sunularak, anısı anlamına kavuşturulmaya çalışılmıştır. Bu inançladır ki, daha ölümünün üzerinden bir yıl geçmeden grup hareketimiz politik bir hüviyete bürünerek halka mal olmuş, inanılmaz bir gelişme temposu ile Kürdistan’ın geleceğini kapsayan siyasetin ne olacağı tartışılmış ve kabul görmüştür.
İşte bu kabulün en sıcak olduğu alanların biri de Hilvan’dı. Hilvan, sömürgecilikle feodalizmin halkımıza karşı en alçakça ittifakının sergilendiği bir alan olmanın yanında; halkımızın en yurtsever ve en devrimci tutkularla dolu olduğu, oluşan aydın grupla birlikte tüm kent ve köy halkının yekvücut bir halde siyasete ısındığı, birleştiği, kaynaştığı alanların başında gelmektedir. Kısacası Hilvan’ın, Kürdistan somutunda grup pratiğimizin kitle tarafından benimsendiği ilk örneklerden birisi olma gibi bir özelliği vardır. Düşmanın ikinci komplosunda bu alanı seçmesi bu nedenle tesadüfî değildir. Daha Haki yoldaşı şehit verişin üzerinden bir yıl geçmeden, burada Halil ÇAVGUN’u şehit veriyorduk. Sokaklan Haki’nin afişleriyle donatmak için mücadele veren bir grup devrimcinin üzerine, polis feodal eşkıya çeteleriyle birlikte saldırmış ve dört taraftan kuşatmaya aldığı bu devrimcileri toptan imhayı amaçlamıştı. Artık gelişmelerin önünün alınamayacağına inandığı bir anda saldıran düşman, verdireceği kayıpla halkı sindirmek, gelişmelere müsaade etmeyeceğini göstermek istiyordu.
Halil ÇAVGUN’un şehit edilmesi olayı; Haki KARER’in anısına bağlılığın kesintisiz bir sürdürücüsü olan ve giderek derinleşen Hareketimizin yeniden daha ileri boyutlu bir darbeye maruz kalmasıdır da. Hilvan’da yöneltilen katliam, sıradan bir katliam olayı olmayıp, TC’nin en üst düzeyde düşündüğü ve yerli işbirlikçileriyle hayata geçirdikleri planlı bir olaydır. Bu katliamla, mücadelemizin kitleye aktarılması önlenmek isteniyordu. Denilebilir ki, Kürdistan’da Marksizm-Leninizm, Hilvan örneğinde en açık biçimde kitleselleşen bir hareket görünümündeydi. İnsanlarının sahip oldukları büyük cesaret ve fedakarlık ruhu, yurtseverlikle Marksizmi birleştirmeye yatkınlıktan bu alanın seçilmesine yol açtı. Bu anlamda Halil ÇAVGUN’un katledilmesi, Hareketimizin kitleselleşmesinin önüne geçme planlarını MHP faşistleriyle sıkı ittifak içinde olan Kürt hainleri eliyle hayata geçirme ve daha sonra Siverek’te Bucak çetesiyle bunu devam ettirmenin de ilk provası idi. Daha Hareket örgütlenmeden ve gerekli donanıma ulaşmadan kitlesiyle arasında büyük bir boşluk bırakılmak isteniyor, kitlenin bu alandaki faşist işbirlikçilerin kontrolü altına alınması hedefleniyordu.
Haki ve Halil yoldaşlar, mücadelenin ilk, fakat en zorlu adımlarının atıldığı böylesi tarihi bir dönemin şehitleri oldular. Eğer 1977-78, taşınan ideolojinin kan dökerek savunulduğu yıllar olmasaydı, daha sonraki yılların gelişmesi de mümkün olmayacaktı. Aynı zamanda, şehitlerin anısına gereken bağlılık gösterilmeseydi, Partinin ilanı da gerçekleşemeyecekti. Biliniyor ki, Haki KARER’ir katledilişine, Parti Programı kaleme alınıp tartışmaya sunularak karşılık verildi ve pratiğin daha da yaygınlaştırılması buna eşlik etti. Halil ÇAVGUN’un katledilmesine verilen cevap ise. Partinin ilanı oldu. Ama Partinin ilanıyla da yetinilmeyip, onun devrimci taktiğinin kanla, ateşle sınandığı bir direniş yükseltildi. Sömürgeciliğe ve işbirlikçilerine karşı başta Hilvan olmak üzere birçok alan silahlı bir direnişin boy attığı yerler haline getirildi.
Birçok örgüt, Kürdistan’da o dönemde doğmuştu. Ama birçoğu programlarını ilan etmekten bile çekiniyor, devrimi hangi mücadele taktikleriyle geliştireceklerine dair en küçük bir ip ucu bulunamıyordu. Hareketimiz, yüzyıllardan beri uygulanan çeşitli politikalarla üzerinde terör estirilen, adını bile söylemekten korkar duruma getirilmiş bir halk gerçekliği içinde ve ortaya çıkan örgütlerin de kendi isimlerini dahi gizleyerek, programlarını kendilerine sakladıktan utanç verici bir yapı içinde bulunduktan bir dönemde, daha doğuşunun ilk anından itibaren azgın karşı-devrimci teröre karşı, devrimci direnişi dayatmış bir Harekettir. Hareketimiz, güçlerin sınırlılığına, olanakların azlığına bakmadan, yüreği avuçlarda yumruklaştırarak, direnişin ve düşmandan her koşulda hesap soruşun örneğidir.
Halil ÇAVGUN şehit edildiğinde, Haki yoldaşın anısına bağlılıkta olduğu gibi, duyulan acı çok büyüktü. Ama bu anıya cevap vermek zorunluluğu da, bir o kadar zorlayıcı bir etkendi. Elbette ki bizler, yoldaşlarımızın anısına bağlılığı basit bir-iki söz, bildiri ya da eylemle kanıtladığımızı düşünüp, bunun rahatlığını duyamazdık. Bu anıların, mutlaka, mücadeleyi silinmez kılacak güçlü adımlarla yaşatılması gerekiyordu. Eğer devrimde küçük bir çıkış yapmazsak, sokaklarda alnımız açık dolaşamayacağımız iyi bilinerek, bütün gücümüz ortaya konuldu. Büyük devrimci enternasyonalist Kemal PIR yönetiminde, faşist çeteye şehir merkezinde, görülmemiş bir kahramanlıkla cevap verilerek, önemli darbeler indirildi. Bu cevapla, halkta görülmemiş bir coşkuya, harekete sahip çıkışa, ülke çapında Hareketimizin ileri bir atılımına tanık oluyorduk. Silahlı direniş temelinde sömürgeciliğe ve faşist işbirlikçilerine karşı koyuş, Partimizin ilanıyla birleşince, Türkiye ve Kürdistan tarihinde önemli siyasal gelişmelere yol açan ve özellikle Kürdistan’da görülmemiş politik ulusal-yurtsever uyanışın canlandığı yıl olan 1979 yaşandı.
Bu iki şehidin anısına duyulan bağlılık ve anılan gereği yürütülen ardıcıl mücadele, yükseltilen Parti ve ulusal direniş bayrağı sonuçlarını göstermeye başlamıştı. Daha düne kadar adı bile duyulmamış olan Kürdistan’ın bu parçasında, herkesin, canlılığına, gördüğü halk desteğine hayret ettiği ileri boyutlarda bir hareket doğup gelişiyordu. Ve sömürgeciler, bu gelişmeye daha başlangıçta Maraş katliamı ile karşılık vererek, Kürdistan’ın birçok şehrinde sıkıyönetim ilan ettiler. Mücadelenin örgütlü bir güce dönüşmesini engellemek için her türden dayanaklarını harekete geçirerek saldırılarını hızlandırdılar. Sıkıyönetimin tam da Hareketin boy attığı dönemde ilan edilmesi, Türk sömürgecilerinin gelişmeden duyduğu ürküntünün açık bir göstergesi idi. Daha sonraki gelişmeler bilinmektedir. Sıkıyönetimlerin ilanıyla birlikte Hareketimiz ve kitleler üzerinde yoğun sindirme operasyonları geliştirildi. İlişkide olduğumuz ailelere ve sempatizanlara kadar tüm çevremiz dâhil olmak üzere mücadelemiz, yoğun saldırılara maruz kaldı. 1979’un Mayıs ayına gelindiğinde, yaşanan durum şuydu: Bir yanda, gelişmeyi ne pahasına olursa olsun durdurmak için ordusu da dâhil, yerli feodal aşiretçi çeteler, faşist güçler ve ajan örgütleri ile Hareketimize saldıran düşman, ve adeta bu saldırıya eşlik edercesine mücadelemize karşı saldın ittifakları oluşturan “sol” ve reformist küçük-burjuva çevreler; diğer yanda ise, her yönden gelen saldırılara karşı gücünü korumaya ve direnişi daha da yükseltmeye çalışan devrimci Hareket vardı.
Düşman, mücadelemizin en seçkin önderlerini katletmekle ve düzenlediği kitlesel katliamlarla amacına ulaşamamıştı. Şehitlerin anılan, en az canlı varlıkları kadar bir güç kaynağı olmuş, kitleler düşmanı saldırılarından tanıyarak mücadeleye daha fazla sarılmışlardı. Hareketin gücü her bakımdan büyümüş, yaygın bir kitlesel hareket düzeyine ulaşmıştı. En yakıcı sorunun bu kitlesel gücü örgütüne kavuşturmak olduğu bu dönemde, düşman bu kez daha geniş bir planlamayla Hareketimize yöneldi. Oluşturulmaya çalışılan Parti örgütlerini dağıtıp, kitleler içerisinde kökleşmesini engellemek için harekete geçti. Mayıs ayım ise operasyonlarının başlangıç tarihi olarak seçti. Böyle bir operasyon için Mayıs ayının seçilişi kendiliğinden bir olay değildir. Haki yoldaşın katledildiği Mayıs ayı, daha o günden başlayarak bir direnme ayına dönüştürülmüş, düşmanın bu alçakça komplosuna Haki yoldaşın anısına sahip çıkılarak karşılık verilmişti. Nitekim Haki yoldaşın şehit edilişinin birinci yıldönümünde Halil yoldaş, ikinci yıldönümünde ise Müslüm Barın yoldaş bu anıya bağlılığın zincirleme halkaları oldular. Mayıs 1979’da Elazığ’da başlatılan ve giderek yaygınlaştırılmak istenen tutuklama operasyonları da böyle bir gerçeği ifade etmekteydi. Partimizin gelişiminde önemli anlamı olan 18 Mayıs’ı düşman, Partimizi yıkma ve mücadelenin gelişimini durdurma tarihi olarak alıp, Partimizin bu anıya bağlılıkla yükselttiği direnişe karşılık imhayı dayatmak istedi. 1979 Mayısı aynı zamanda Partiyi güçlü eylemlerle ilan etme ayı idi. Partinin bu eylemler temelinde ilan edilişinin ardından, çok güçlü gelişmelerin yaratılması kaçınılmaz olacaktı. 1979 Mayıs tutuklamaları buna yöneltilen bir saldın oldu.
Bir-iki şehidin toprağa düşmesinin ardından yüzlerin kendisini feda edişi, muazzam donanımsızlığa ve düşmanla arasındaki güç orantısızlığının büyüklüğüne rağmen halkın ileri boyutlu bir mücadeleye kalkışması, bunun karşısında rejimin askeri faşist bir yönetime dönüşerek binlerce insanımızın tutuklanması, işkenceye alınması, yüzlercesinin katledilmesi ve halen bu rejimin tüm işkenceleriyle günümüze kadar devam etmesi, ama buna rağmen mücadelenin her alanda derinliğine ve genişliğine boyutlanması neyi kanıtlamaktadır? Açık ki, ilk direniş şehitlerinin anılarına duyulan bağlılığın müthiş bir kuvvet olduğunu ve eğer buna gerçekten bağlı kalınırsa en umutsuz denilen anların bile güçlü bir tarihsel çıkışa dönüştürülebileceğini kanıtlamaktadır. Hiç kimse, çok az kişinin yaşam hakkı tanıdığı bir ulusun yeniden dirilişi için, bir-iki şehidin bir dava gerekçesi haline getirilebileceğine, bunların anılarının bu kadar muazzam bir kuvvete sebep olacağına inanmıyordu. Ama davanın büyüklüğü toprağa düşenlerin anısının büyüklüğüyle birleşince, inanılamayacak şey çok kısa sürede en güçlü bir inanç haline geliyor; bu konuda tüm karanlıklar yırtılıyor; korkaklıklar cesarete, bilinçsizlik ortamı bilinçli ortama dönüşüyor; bir ulusun mezarından küllerini silkerek kalkışı gibi bir tablo ortaya çıkabiliyordu.
İşte bu şehitlerimizin ulusal direniş mücadelemizdeki yeri budur. Eğer bu mücadele onların kanıyla sulanmasaydı, Kürdistan’da tarihin akışı gerçekten de değişik olacaktı. PKK Hareketinin gerek oluşumunda ve gerekse daha sonra siyasal gelişmelere damgasını vurmada oynadığı rol gözönüne getirildiğinde sormak gerekiyor: acaba bu iki şehidimiz olmasaydı, bu kadar çaba harcanabilir miydi; anılarına mutlaka bağlı olmanın bir gereği olarak davalarını halka taşırmanın yolu seçilmeseydi bu gelişmeler olur muydu? Demek ki, dava arkadaştan toprağa düşen her şehidin bıraktığı dava bayrağını daha da yükseklere tırmandırırsa, gerçek ölümsüzlük bu temelde doğar. Tarihte gerçek davaların zaferi, birçok örneğiyle görüldüğü gibi bu noktada doğmuştur. Elbette ki, sözümüz halkımızın geleceğini yüzyıllardan bu yana basit çıkarlar karşılığında satanlara değildir. Onlar, değil bir şehidin anısına, yüzbinlere de sahip çıkamazlar. Kürdistan’da bu yıllarda birçok insan yurtseverlik adı altında ölüyordu. Fakat hiç birisinin sonuçlan, bu iki şehidimizin anılarına bağlılıkta olduğu gibi olmamıştır. Demek ki, yoldaşlık, aynı zamanda anılara en iyi karşılık vermeyi de içeren bir olgudur. Kalan yoldaşlar eğer bu nitelikte olduklarına dair umut ve inanç yaratmazsalar, açık ki kimse de kolay kolay ölümü göze alıp kanını dökemez. O halde şehitlerimiz, Hareketimizin kişilerle bağlı olmayan, sürekli gelişmeye dair inançla dolu bir Hareket olduğunu da kanıtlıyor. Başarının en az göründüğü bir dönemde eğer böylesine korkunç bir direnme ruhuna tanık olunuyorsa, demek ki o dava, geleceğine duyulan engin güvenle böyle militanları yaratabilir.
1977-78’e bakıldığında iki kilometre taşı görmekteyiz. Halkımızı ortaçağ karanlıklarından çağımıza doğru birleştirmede temel kilometre taşlan olarak bu şehitlerimizin mezarlarını diksek asla gerçeği abartmış olmayacağız. Açık ki 77’de dikilen ayak 78’de başka bir ayakla tamamlanmasaydı, 79’a ulaşılamayacaktı. O halde onlar, ortaçağdan çağımıza kurulan köprünün iki yıkılmaz ayaktandırlar. Şimdi, bugün PKK ve onun önderlik ettiği ulusal direniş mücadelesinde yer alan sayısız militan ve yurtsever bu köprü üzerinden geçmektedirler. Bugünkü konuma varış, tamamen bu köprünün dayandığı bu sağlam ayaklar sayesindedir.
Bu şehitleri yitirdiğimiz gün, yüreğimiz son derece yaralı, acımız son derece büyüktü. Elbette ki, bu yaşam kaygısına düşmemizden ötürü değildi. Anılarının gereklerini mutlaka yerine getirmek zorunda olduğumuz bu yoldaşlara karşı görevimizi başarıp başaramayacağımız kaygısıydı. Başaramazsak büyük bir sorumsuzluk örneği işleyecektik. Ama başarmak da muazzam bir güç ve yetenek istiyor, muazzam bir direnme özelliğini gerektiriyordu. Bu yoldaşların, karanlığa düşüp parlak izini kaybeden iki kızıl yıldız olmamaları ve hatta giderek parlayan güneşler haline gelmeleri için gösterilmesi gereken kuvvetin gösterilmesi gerekiyordu. Ve aranan güç, yine onların anılarına bağlılıkta bulundu. Eğer kalan yoldaşlar anılarına muazzam bağlılığı göstermemiş olsalardı, yalnız soyut bir Marksizm-Leninizm tek başına o kadar güçlü engelleri aşmada belki de kafi gelmeyecekti. Hatta eğer Marksizm-Leninizm daha büyük bir bağlılıkla özüm-senmişse, bunda, böyle iki militanın kaybedilmesiyle de kaynaşarak tüm dayatıcı-lığını duyurmasının önemi vardır. Bunun kazandırmış olduğu ivmeyledir ki, PKK’-nin Parti ve ulusal direniş bayrağı bugün ülke içinde ve dışında daha da yükseklerde dalgalanmaktadır, hem de, ülkemizin ele geçirilemez doruk noktalarında… Bu bağlılıkladır ki, en acımasız işkencelere dayanılmıştır. Partimizin en seçkin evlattan, tarihte ender görülen işkencelere karşı görülmemiş bir direniş yaratmışlardır. Can yoldaşları MAZLUM, HAYRİ ve KEMAL’lerin görülmemiş direnişleriyle Partiyi ve ulusal direniş mücadelemizi ölümsüz bir noktaya getirmeleri ve bu büyük anılara böylece karşılık vermeleri sözkonusudur. Bir bütün olarak, 12 Eylül rejiminin azgın imha seferlerine karşı ülke içinde ve dışında cesaretle atılan adımlar da, yine bu anılara bağlılığın bir gereği olarak anılmalıdır. Tarih, biraz da güçlü dava arkadaşlığının gereklerinin yapılmasıyla gelişir. Yoldaşların anılarına bağlı kalmamak, bu anılarla oynamak, gereklerini hangi gerekçeyle olursa olsun yerine getirmemek çok ciddi tehlikelere yolaçar. Açık ki, belli başlı sapmalar böyle ortaya çıkar, döneklikler ve ihanetler böyle belirir ve en tehlikeli sonuçlara varırlar. Denizler, Mahirler. İbrahimler’in anılan devrimci bir tarzda değerlendirilmediği içindir ki, bugün küçük-burjuvazi tarafından çarçur edilmektedir. O anılar üzerinde, onlara en büyük saygısızlık yapılmakta, yetersizlikleri ve hataları da olsa, yükselttikleri direniş bayrağı inançlı takipçilerle taşınamamaktadır. Yaşamlarını en ufacık bir ikircikliğe düşmeden bir dava uğruna verenlerin anısına en basit bir saygısızlık, en basit bir görevi yerine getirmeme insanı en soysuz bir duruma getirebilir. O halde, direniş şehitlerimizin anısı altında ezilmemek için, onların bir canına karşılık yüzlerce canı feda etmekten ve giderek tüm bir halkı, uğruna kan akıtılan bu dava için ayağa kaldırmaktan çekinmemek gerekir. Bu, onların güçlü direnişini daha da yükseltmek için insani yeteneklerin en üst sınıra kadar yükseltilmesi demektir. Öyleyse 77-78 ve tüm direniş şehitlerimizin PKK ve Kürdistan Ulusal Direniş tarihindeki yerleri son derece belirgindir. 1970′-lerin sonlarından günümüze kadar Partiyi yenilmez kılmak ve ulusal direniş mücadelesini her alanda güçlendirmek için yürütülen çabalar eğer bağımsızlık ve özgürlük tarihinin kazılmasında temel bir role sahipse, bu, bu davanın uğruna kan vermeye değer bir dava olduğunu, direniş şehitlerimizin anısına bağlı kalarak kanıtlamamızla yakından ilintilidir.
Elbette ki bugüne, böyle bir direniş temelinde ulaşıldı, direnişin önündeki her türlü engelle savaşarak gelindi. 12 Eylül faşist rejimi, sömürgeci Türk burjuvazisinin en son kozu olarak bütün gücüyle üzerimize yöneldiğinde, davanın mutlaka zafere ulaşacağına olan inacımız ve şehit yoldaşlarımızın emredici anılan dışında dayanacağımız ve güç alacağımız her hangi bir kaynak yoktu. Ama bunlar da, en görkemli zaferleri getirecek en temel kaynaklardır. İşte buradan alınan güçle, Partimiz bulunduğu her alanda direnişi yükseltti. Cezaevleri direnişin yıkılmaz kaleleri haline getirildiler; Kürdistan’ın kent ve kırlarında en zor koşullar altında ülke ve Parti tarihimizin en güçlü direnişleri yaşandı. Faşist cuntanın halk kitlelerini terörize etme çabalarına karşı, Parti militanları hayatlarını siper ederek, direniş bayrağını yüksekte tutmasını bildiler. Kadrolarının önemli bir bölümünü yurt dışına çeken Parti, direnişi daha güçlü yükseltmenin yoğun hazırlıklarına girdi. Tüm hatalara karşı savaş açarak, kendini yeniden eğitme sürecini başlattı. İdeolojik, siyasi, örgütsel, askeri tüm alanlarda kendisini güçlendirerek, süreci başarıyla tamamlamasını bildi. Bu süreçte yurt dışı koşullarında kendisini daha da ele veren Parti içi ve Parti dışı küçük-burjuva yılgınlığı, tükenmişliği, yıkıcı ve bozguncu anlayışlarına karşı bir savaş temelinde direnişçi birliğini pekiştirdi. Ve bunu, tasfiye sürecine giren sol’un derinleşen bir krizin batağında bulunduğu bir dönemde başardı. Yeni dönem direnişi için en güçlü şekilde sürdürdüğü hazırlıklarını II. Kongreyle tamamlayan Partimiz, halkımız için karanlıklar döneminin kapandığını ilan ettiği bu kongresiyle, topyekün bir halk direnişinin müjdesini veriyordu.
Tüm bu gelişmeler karşısında elbette düşman da boş durmazdı. Partimizin ulaştığı her alanda saldırılarını yoğunlaştırarak, yıkıcı ve bozguncu çabalarına hız verdi. Ve özellikle ülkede direnişin doruk noktalarında yeniden yükseltilmeye başlandığı 1983’ü, kendisi açısından da kesin sonucun alınması gereken yıl olarak belirledi ve saldırılarını bu temelde geliştirdi. Hazırladığı komplo çok geniş ve alçakçaydı.
Partimiz, halka ve tarihe karşı duyduğu sorumlulukla, Kürdistan’ın diğer parçalarında da, en değerli önder ve kadrolarının hayatları pahasına olumsuzluklar üzerine yürümeyi vazgeçilmez gördü. Halkımızı adeta içten kemirerek düşmanları karşısında zayıf düşüren iç çatışmalarda, en olumlu tavrı koyarak, direniş temelinde uzlaşma ve birliklerin yaratılmasında sorumlu devrimcilik ve yurtseverliğin seçkin örneklerini sundu. Nitekim, MK üyelerinden Mehmet KARASUNGUR ve değerli militan İbrahim BİLGİN yoldaşlar böyle soylu bir çabanın şehitleri oldular. Çatışmaları durdurmak ve ulusal birliği yaratmak amacıyla bütün coşkularıyla ve inançla çaba gösteren bu yoldaşlar da 2 Mayıs 1983’de bu amaç uğruna toprağa düşerek ölümsüz direniş şehitleri arasına katıldılar. Gerçekte, bir çıban gibi halkımıza sürekli acı veren bu iç çatışmalar da düşmanın bir dayatmasıydı. Daha sonraki Türk ordusunun hamlesinden de anlaşılmaktadır ki, iç çatışmaların böyle bir dönemde yoğunluk kazanması kendiliğinden değildi.
İki değerli Parti neferini şehit verdiğimiz 1983 Mayıs ayı, aynı zamanda son bir hamleyle düşmanın Parti Hareketimizi bitirmek istediği bir ay haline getirilmek istendi. Düşman üç şey dayattı ve bunlar; direniş şehitlerimizin anısına, yükseltmek istediğimiz mücadeleye düşmanın karşılığı idi. 21 Mayıs 1983’de PKK Diyarbakır davasında 35 idam karan verilerek, cezaevlerindeki direnişe darbe vurulmak istendi. Bu idam karan aynı zamanda PKK’yi imha amacının da açık bir ilanıydı. Bunu 25 Mayıs 1983’de uzun hazırlıklar sonucu gerçekleştirilen Güney Kürdistan saldırısı izledi. Partimizin hazırlıklarını yoğunlaştırdığı alanlara yöneltilen bu saldın da, tıpkı idam kararlarında olduğu gibi fiyaskoyla sonuçlandı. İdam kararlan direnişi durdurmak bir yana, daha da alevlendirdi. PKK direnişçilerinin sesi dünyada yankılanarak, bu alandan zafer ilan edildi. Türk ordusunun Güney Kürdistan’a saldırısı da aynı akıbete uğramaktan elbette ki kurtulamazdı. Ama düşmanın planı bunun da ötesinde hesaplan içeriyordu. Bu geniş çaplı komplonun en önemli parçası olarak cezaevlerinde Şahin-Yıldırım ihanet çetesi, dışarıda ise Semir haini harekete geçirildi. İçerde Şahin-Yıldırım eliyle kurdurulan “Genç Kemalistler” örgütü bu ay içerisinde dışarıya da açıktan yansıtılarak, iğrenç propagandalara hız kazandırıldı. PKK’nin cezaevindeki varlığını teslim almak ve dolayısıyla yansını çökertmek gibi bir hedefle yola çıkan bu hain çete, aynı çabalarını ilişkileri vasıtasıyla dışarıda da sürdürüyorlardı. Zaten bu komplonun diğer bir parçası da Semir haininin önündeki bir görevdi. Devletin, cezaevlerinde idam kararlan ile imha planının uygulanmasına yoğunluk kazandırdığı, ordusu eliyle de Partiyi direniş alanlarında kökleşmeden sökmek gibi bir amaç için saldırıya geçtiği Mayıs ayında, Semir haininin düzenlenen bir Avrupa Konferansıyla bu alandaki Parti örgütlerini ele geçirmesi ve Partiyi içten yıkarak, tasfiye sürecine sokması planlanmaktaydı. Ancak bu hain komployu birçok belirtilerinden anlayan Parti önderliği, Avrupa’ya anında müdahale ederek, bu hesaplan da fiyaskoyla sonuçlandırdı. Bu hainin, kadrolan Partiye karşı ihanete sürüklemek için 4-5 yıldır sürdürdüğü çabalar büyük bir kararlılıkla ezilerek, provokasyon boşa çıkarıldı.
1984’ün Mayısı’na ulaştığımız bugün, tarihsel dönemlere damgasını vuran Haki, Halil, Mehmet ve İbrahim yoldaşların ve diğer direniş şehitlerinin anılarının emredici gücünü daha yakıcı olarak duymaktayız. Direniş şehitlerimize karşı alnımız açık, elimizde Parti ve ulusal direniş bayrağımız olduğu halde, karşımıza çıkacak engeller ne kadar büyük, faşist yönetimin imha planlan ne denli ince ve acımasız olursa olsun daha büyük bir azim, öfke ve gururla hedefimizin üzerine yürümekteyiz. Bu konuda en küçük bir tereddüdümüzün olmadığını göstererek, pratikte bunun güçlü adımlarını atmakta kendimizi sınırlı da olsa onlara karşı temize çıkardığımızı, anılarına layık, sadık yoldaşları olduğumuzu kanıtlamış kabul ediyoruz. Ama bu herşeyin tamamlandığı anlamına da gelmiyor. Önümüzde başanlması gereken ciddi görevler ve sorumluluklar var. Dönemin mutlaka yerine getirilmeyi bekleyen görevlerine doğru karşılık verilmeksizin, onların anılarına tam karşılık verildiği de söylenemeyecektir. Bu nedenle, direniş şehitlerimizin anısına mutlaka doğru biçimde sahip çıkılmak zorundadır. Açık ki; onlar, tüm halkımızın direniş sembolleridir. Bilinmeli ki, yetersiz devrimcilik, ahbap çavuşluk, hısım-akraba bağlılığı anıya saygısızlığın en kötü örnekleri olacaktır. Onları, Partimizin yiğit önderleri, halkımızın ulusal kahramanları olarak yükseltiyoruz. Tüm halkımız bu ulusal kahramanlarına sahip çıkmasını bilmelidir. Düşmanın özellikle bu konuda birçok hesabı vardı. O, şehit ailelerinin üzerinde önemle durarak şehitler ve Partiyle, aileleri karşı karşıya getirmeye çalıştı. Ya da, direniş şehitlerimizle, Partimizi ayrı olaylar olarak göstermek istedi. Ancak bu hesapların tutmayacağı şüpheye yer vermeyecek kadar açıktı.
Direniş şehitlerimizin mücadelemiz-deki yerlerini belirleyen Mayıs ayını, bir direnişi yükseltme ayı ve 18 Mayıs’ı da yine bu ayın temel bir günü olarak değerlendirirken, gereken anlamını mutlaka vermek zorunluluğu vardır. Bağımsızlık ve özgürlük yolunda daha güçlü yürünmesi için tarihin en zorlu döneminde kanlarıyla yolları düzleyen bu yoldaşları anmak, onların ardından yürümesini bilmektir. Direniş şehitlerimizi andığımız bu ayda, tüm hatalarımızla hesaplaşmamız, bu ayı bir hesap verme ayı haline getirmemiz, şehitlere bağlılığın yalın bir ifadesi olacaktır. Şimdiye kadar üzerimizdeki baskıların korkunçluğu ne olursa olsun, esas aldığımız değerler o kadar yüce, bu değerlerin ifade ettiği amaçlanınız o kadar vazgeçilmezdir ki, tüm bu olumsuzluklarla savaşmak artık eskisi kadar zor olmaktan da çıkmıştır. Temellerine böylesine güçlü değerleri koyan davalar, yanlışlıklan, hataları ne olursa olsun, süreç içerisinde bunları güçlü öğelere dönüştürmesini bilirler. Yakın Parti tarihimiz bile bunun sayısız örnekleriyle doludur. Yeter ki özden sapılmasın. Bu özden sapılmadığı içindir ki, PKK bugün her zamankinden daha güçlüdür.
PKK, bu şehitleri anma gününde, yoldaşlarına verdiği sözü daha güçlü bir biçimde yerine getirmiş durumdadır. PKK, şehitlerinin anısına bağlılığın, anlamsız sözlerle değil, mücadele ateşini daha da alevlendirerek ve giderek bunu zafere ulaştırmakla yerine getirileceği inancındadır. Şimdiye kadar bu, kısmen yerine getirilmeye çalışıldı. Bundan sonra da gerekenin yerine getirileceğine hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Onların anısına ancak zaferde bağımsızlığı kazanarak layık olacağımızın derin bilinci ve direnişçi tutumu içindeyiz. Ve zaten, bundan başka hiçbir biçimde direniş şehitlerinin anısına sahip çıkılamaz.
ÖNDERLİK
Kaynak: Serxwebûn Yayınları 1984